Haberler
Haber Kaynağı Seç

 

BM Raportörü Kaye, N. Alpay’la görüşmesini Reuters’e yazdı.

14—18 Kasım tarihleri arasında Türkiye’yi ziyaret eden özel raportör Kaye, tutuklu dilbilimci Necmiye Alpay ve Cumhuriyet gazetesi yazarlarıyla görüşmesini Reuters’e yazdı

14—18 Kasım tarihleri arasında Türkiye’yi ziyaret eden Birleşmiş Milletler (BM) Düşünce ve İfade Özgürlüğü Özel Raportörü David Kaye, Reuters haber ajansına, Türkiye’de bu ay yaptığı temaslarla ilgili bir makale yazdı.

Kaye, tutuklu dilbilimci Necmiye Alpay ve Cumhuriyet gazetesi yazar ve yöneticileriyle cezaevinde görüşmüş, tutuklu yazar Aslı Erdoğan’la görüşmesine ise izin verilmemişti.

Kaye’in, cezaevinde ziyaret ettiği Necmiye Alpay’dan söz ederek başladığı makalesi şöyle:

Türkiye’nin ‘cadı yakma’ baskısının yüksek bedeli

Necmiye Alpay beni sıcak bir şekilde karşıladı. Spor ceketi ve lastik pabuçlarıyla günlük bir kıyafet giymiş olan Alpay’ın yaydığı iyimserlik ruhu ortamın yetersizliğiyle çelişki içindeydi: İstanbul’daki Bakırköy Kadın Cezaevi.

Alpay Eylül ayının başından beri Bakırköy’de tutuklu olarak kalıyor. Kendisiyle Birleşmiş Milletler’in dünya çapındaki fikir ve ifade özgürlüğüne dair gözlemcisi olarak resmi bir görevle geldiğim Türkiye’de bu ay tanıştım. Hükümet beni Şubat ayında, 15 Temmuz darbe girşiminden ve aynı ay içerisinde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından ilan edilen olağanüstü halden önce fakat hükümetin baskısına yönelik eleştirilerin başlamasından sonra Türkiye’ye davet etmişti.

Alpay İstanbul’da yaşayan önemli bir çevirmen, dilbilimci ve yazar. Kendisi Türkiye’nin en başarılı roman ve deneme yazarlarından biri olan Aslı Erdoğan ile birlikte tutuklandı. Hükümet Erdoğan (Cumhurbaşkanı ile herhangi bir yakınlığı bulunmamaktadır) ile görüşme talebimi reddederken, 17 Kasım tarihinde Alpay ile bir saat geçirmeme izin verdi.

İki kadın da Kürt hareketini destekleyen ve Ağustos’ta hükümet tarafından kapatılan Özgür Gündem gazetesiyle bağlantılı olmaları nedeniyle yine Ağustos ayında tutuklandılar. Ankara, Alpay ile Erdoğan’ın çalışmalarının – nöbetçi yayın yönetmenliği, yazıları ve sembolik bir danışma kuruluna üye olma – Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa Birliği ile Türkiye’nin terörist bir örgüt olarak tanımladığı Kürdistan İşçi Partisi’ne (PKK) üye olmak veya PKK’nın propagandasını yapmak anlamına geldiğini iddia ediyor. Tutuklu kadınlar, barış görüşmelerini teşvik eden yazılarının terörist bir eylem olduğu veya şiddeti kışkırttığı iddialarını reddediyorlar.

Avukatından bana göndermesini rica ettiği mektubunda, Erdoğan tutukluluk halini hukuksuz ve temelsiz bir “cadı yakma” olarak tanımlıyor. Alpay, görüştüğümüzde bana verdiği bir mektupta , bu uygulamayı “akıl dışı, mantıksız ve gerçek dışı” olarak nitelendiriyor. Savcılar iki kadını müebbet hapis cezasıyla tehdit ediyor.

İstanbul’da bulunan ve 13000’den fazla mahkumun kaldığı bir hapishane kompleksi olan Silivri Cezaevi’nde de hikaye kendini tekrar ediyor. Düzinelerce yazarın ve binlerce kamu görevlisinin (hakimler, savcılar, hükümet çalışanları, askeri görevliler ve diğerleri) kaldığı bu cezaevinde yetkililer, modern Türkiye’nin kuruluşundan beri en önemli eleştirel medya kurumlarından biri olan Cumhuriyet’in 13 yazarını, görevlisini ve kurul üyelerini tutuklu tutuyorlar.

Silivri’de beş Cumhuriyet yazarı ve yöneticisiyle görüştüm: Hakan Karasınır, Bülent Utku, Güray Tekin Öz, Mustafa Kemal Güngör ve Önder Çelik. Hükümet, ünlü yazarlardan ve akademisyenlerden olan Ahmet ve Mehmet Altan, karikatürist Musa Kart ve köşe yazarı Kadri Gürsel başta olmak üzere birçok kişiyi ziyaret etme talebimi ise reddetti.

Alpay ve Erdoğan gibi, Cumhuriyet çalışanları da aleyhlerinde kanıt olarak gösterilen şeylerin neler olduğu bilgisine erişemiyor. Fakat görüştüğüm kişilere, yazdıkları yazılarda veya yaptıkları duyurularda Fethullah Gülen’in propagandasını yaptıkları veya Gülen adına para toplamaya giriştikleri söylenmiş. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın eski müttefiği iken ona sırtını dönmüş yeni düşmanı olan Gülen’in hareketinin darbe girişiminden sorumlu olduğuna inanılıyor.

Bu saydıklarım günümüzde Türkiye’de tutuklu bulunan yaklaşık 155 yazar, editör ve medya yöneticisinden sadece birkaçı. Çoğu, görünürde mesleklerini ifa etmekten başka yaptıkları bir şey yokken duruşmaya çıkmaya hazırlanıyor. Hafta sonu BBC muhabiri Hatice Kamer’in güneydoğudaki Kürt bölgesinde göz altına alınmasında (bir gün sonra serbest bırakıldı) olduğu gibi bölgede de muhabirlerin göz altına alındığı görülüyor.

Hükümet, aynı terörizm suçlamalarına dayanarak eleştirel seslere yönelik bir saldırıya girişti. En az 12 televizyon ve 11 radyo istasyonunu kapattı. Kürt medyası ortadan kaldırıldı. Web sayfaları düzenli olarak bloke ediliyor, iletişim ağları saf dışı bırakılıyor ve sosyal medya platformları sansürleniyor. Muhalif siyasi liderler tacize maruz bırakılıyor veya tutuklanıyor. Bizzat Erdoğan sosyal medya gönderilerindeki alaycı, ironik ve hatta uygunsuz içeriklerin kendisini karaladığı gerekçesiyle birçok kişiye karşı 1.900 dava açtı.

Hükümetin baskıcı anaforuna yakalanmış birçok başka insanla görüştüm. Birçok akademisyen, binlerce kişinin başına geldiği gibi, kendilerinin de Gülenci oldukları veya Kürt hareketi lehine çalışmalar yürüttükleri gerekçesiyle suçlandıklarını ve hiçbir itiraz hakkını kullanamadan görevlerine son verildiğini aktardı. Hükümet tarafından kapatılan yüzlerce sivil toplum örgütünden bazılarının temsilcileri, kendilerine kapatma gerekçesi olarak hiçbir neden gösterilmediğini söylediler.

Bu sırada, Türkiye’deki kamu görevlilerinin yaklaşık yüzde ikisi – 110.000 çalışan – Gülenci hareketle bağlantıı olduklarına dair iddialara dayanılarak görevlerinden azledildiler. Binlerce savcı ve hakim ve de Anayasa Mahkemesi’nin iki üyesi benzer nedenlerle görevlerinden ihraç edildiler. Bu kişileri savunan avukatlar bile çoğu zaman soruşturmalara ve tutuklamalara maruz bırakıldılar.

BM’deki rolümün gereği, sadece bu baskı altında ezilenlerle değil, aynı zamanda bu baskının uygulanmasında sorumluluğu bulunan birçok yetkiliyle de görüşme imkanım oldu. Üst düzey yetkililerle ve milletvekilleriyle olan görüşmelerimde hep aynı cümleyi duydum: Türkiye gerçek tehditlerle karşı karşıya. Hala Temmuz’daki darbe girişimi ve DAEŞ ile PKK’nın sivillere yönelik saldırıları karşısında sendeleyen Türkiye’deki yetkililer ağır önlemlerin alınması gerektiğini belirttiler.

Ayrıca, hukukun üstünlüğüne olan bağlılıklarını ifade eden hakimlerle de görüştüm. Bu kurumları korumaya gerçek anlamda niyetli olduğu anlaşılan bürokratlarla görüştüm. Hükümetin çoğu zaman Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın makamında alınan kararları uyguladığı kanısına kapıldım. Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlık yetkilileriyle görüşme çabalarım ise karşılıksız kaldı.

15 Temmuz’dan bu yana, Erdoğan olağanüstü hal kapsamında yaklaşık bir düzine kararname yürürlüğe koydu. Erdoğan’ın hükümeti BM’ye ve Avrupa Konseyi’ne, vatandaşlarını ve demokratik kurumları korumaya çalışırken temel insan haklarına dair yükümlülükleri karşılayamayacağını belirtti. Anayasa Mahkemesi, Ankara’nın sınırı aştığına dair var olan iddiaları dikkate alma gücünden yoksun gibi görünmektedir.

Yetkililere olağanüstü hale ve terörizme karşı var olan yasalara dayanarak medya organlarının kapanmasını ve birçok gazetecinin tutuklanmasını nasıl meşrulaştırdıklarını sordum. Bir yetkili herkesin üzerinde hemfikirmiş gibi göründüğü bir cevap verdi: “Biz artık medya organı olarak faaliyet yürütmeyen ama teröristlerin propagandasını yapanlarla ilgileniyoruz.”

Başta F—16’ların bombaladığı Ankara olmak üzere hükümetteki birçok kişinin darbe girişimi nedeniyle travmatize olmasını anlıyorum. Hükümet, güvenlik konusundaki tehditlere karşı her türlü savaşma hakkına sahiptir. Fakat hükümetin bu tehdite yönelik cevabının orantılı ve gerekli olmanın ötesine geçtiği gerçeğini göz ardı edemem.

Yakın zamana dek, Türkiye’nin Irak ve Suriye sınırlarında var olan stratejik konumu ve Avrupa mülteci krizindeki başat rolünden dolayı, Türkiye’nin Avrupa ve Nato’daki müttefikleri bu baskı sarmalı hakkında çok az şey söylediler. Geçen hafta, Avrupa Parlamentosu önemli ama sembolik bir karar alarak Türkiye’nin AB’ye katılım müzakerelerini dondurdu. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde Erdoğan geçen sene Avrupa’yla varılan mülteci anlaşması konusunda Avrupa’yı tehdit ederek “Daha ileri giderseniz, sınır kapıları açılır” dedi.

Türkiye’nin müttefikleri Erdoğan’ı tekrar hukukun üstünlüğüne bağlı kalmaya ikna etme konusunda daha çok çaba göstermeli. En azından, Ankara’nın terörizm tehdidiyle savaşmasını desteklerken ülkenin Avrupa Konseyi ve diğer küresel yönetişim ve insan hakları kurumlarındaki konumunu kaybedeceği – bu gibi aşırı sert girişimlerde ısrarcı olduğu sürece— konusunda Türkiye’yi uyarmalılar.

Erdoğan ise bu kolektif cezalandırma çılgınlığında tutuklanan kişilerin serbest bırakılması, Türkiye’nin olağanüstü hal uygulamalarından vazgeçmesi ve Türkiye’nin çok geniş bir tanıma sahip olan terörizm yasalarının tekrar gözden geçirilmesi konusunda bir değişime ön ayak olmalıdır.

Bana yazdığı bir mektupta, Aslı Erdoğan “Bildiğim kadarıyla 21. yüzyılda “müebbet hapis” cezası istemiyle hakkında dava açılan ilk yazarım, nasıl hissettiğimi size anlatamam” dedi. Yazar, “Diktatörlüğün Ortadoğu’ya özgü bir biçiminin kurbanı olan bizler, insan haklarını ve değerlerini “düşünce ve ifade özgürlüğü” olarak koruyan uluslararası örgütlerin yardımına ihtiyaç duyuyoruz” dedi.

Çok da uzak olmayan bir geçmişte, Türkiye bu değerler ile hakları koruma konusunda bağlılık gösterdiği bir yolda ilerliyordu. Şu an gelinen noktadan geri dönmek için çok da geç değil.

http://www.fakirelma.com/mobil/haber/571/bm—raportoru—kaye—necmiye—alpayla—cezaevinde—gorusmesini—reuterse—yazdi.html

30.11.2016
TÜRKİYE
Nilay Soysaldı, Fakir Elma


 

Haberler Biyografi Kitaplar Fotoğraflar Röportajlar Köşe Yazıları   İletişim Ana Sayfa
Design by medyanomi