Haberler
Haber Kaynağı Seç

 

OSİRİSİN MASKELERİ

1. Bazı tarihsel filmlerin sonuna polemiklerden, tazminat davalarından vs. kaçınmak için kısa bir
not eklenir: “Bu filmde anlatılan bütün olaylarla kişiler kurgusaldır.” Benim dipnotuma şöyle olabilir:’’ Bu kitapta anlatılan bütün kişiler kurgusaldır. Yalnızca Taş Bina gerçektir… ”Yalnızca cehennem gerçektir.”

2. Buchenwald, 2008. Çok üşüyorum. İncecik, kadife ceketimin içinde donuyorum. Almanya kışı
henüz bitmemiş, Buchenwald’a kar yağıyor… Sanki daha farklı, daha zalim bir soğuk, omurgam boyunca tırmanıyor, içim ağır ağır buz kütleleriyle kaplanıyor. Saat: 16.00’da, bir
dakika bile oyalanmadan müze kapanmış, kar ansızın bastırınca, görevliler de, ziyaretçiler de koşaradım terk etmiş kampı… Sığınabileceğim tek yerde, müzenin kapısında duruyorum,
gidememekle kalamamak arasında, hızla kararan devasa kampa bakarak… Karların arasında
uzun boylu bir adam beliriyor, tek sözcük söylemeden yanımda duruzor, yüzü parça parça
dökülen kağıttan bir maskeyi andırıyor, dudakları titriyor. Gözleri görme yetisini yitirmiş, daha derin bir başka yeti kazanmış gibi. Sadece kampa, uçsuz bucaksız boşluğa, yaslı karanlığa bakıyor. Belki bu kampta ölüleri var… Bir sigara yaktığımda farkediyor beni, yasak olduğunu hatırlatmak istercesine bana dönüyor, gözlerimin tam içine bakıyor, bir aynaya bakarcasına, o da bir sigara yakıyor.
Cezaevi sabahlarında, yeni bir gün başlarken, yeni darbelerden, aşağılamalardan, eziyetlerden
başka vaadi olmayan, bir öncekinin tekrarı yeni gün, hoparlörlerin bitmez tükenmez bağırışları, komutları, defalarca tekrarlanan sayım anonsları, çarpan demir kapılar,kilit ve
mazgal sesleri arasında başlarken, üç—beş kadın, dikenli tellerden sızan sularla sırılsıklam,
soğuk avluda bir araya gelir, bir duvarın dibinde birbirimize sokulur, hiç konuşmadan günün
ilk sigarasını içerdik. Küllükler gibi boşaltılmış gözlerimizi, bir taştan zemine, bir gökyüzünün boşluğuna çevirerek…Derin nefesler çekerek sigaradan... Saf oksijenmişçesine, ya da saf ölümmüşçesine…

3. İstanbul’un görüp göreceği en korkunç işkence merkezine, namlı (notorious) Sansaryan Han’a
yolum düştüğünde —80’li yılların başı— artık siyasi şube olmaktan çıkmıştı. Adli mahkumların en dişlileri, yani karakoldaki dayakla ya da elektrikle çözülmeyenler, genellikle gömlekleri kan içinde getirilirdi oraya… Dikenli tellerle çevrilmiş avluyla ve falakadan geçirilmiş çocuklarla karşılaştığımda, ben de hemen hemen bir çocuktum. (Dostoyevski okuyan bir çocuk!) Sonraki daha “sert” deneyimlerin hiçbiri, “Kırmızı Pelerinli Kent”te anlattığım gülkurusu renginde karakol da, Bakırköy Cezaevi’nin hücreleri de, Sansaryan Han’ın uyandırdığı dehşeti uyandırmadı bende… “Korkunç” ile ilk karşılaşmam değildi kuşkusuz ama ‘Korkunç’un Hakikat’in ta kendisi olduğuna ilk uyanışım, ilk utancımdı. “Taş Bina” ilk doğumunda, anlatıcı— ben’in adım adım anlattığı karaktere, hiçbir şey anlatmayan bir deliye, yani kurbanın kendisine dönüştüğü, üç sayfalık bir kısa öyküydü. Taş bina da Sansaryan Han gibi dört katlıydı. Sonraki on yılda, belleğin mahpushanesi bir kat daha büyümüş, Auschwitz’in
barakalarının Primo Levi’nin belleğinde dönüşmesi gibi.

4. Zor… Bir kez daha söze girmek… Bütün darbelerinden, hücrelerinden, kayıplarından sonra
hayatın… Susturulmuşluğun o ağır, acılı, ezici deneyiminin tam ortasından konuşmak…
Sözcükleri içten içe oyan o keskin, görünmez bıçak, dillerini de kesmiş, gözlerini çıkarmış.
Koyuklukları yolda kaybolacaklarını daha baştan biliyorlar; çemberlerinden, hücrelerinden,
kayıplarından geçerek hayatın, dönebilecekleri tek yere dönüyorlar.

Sözcükler: Kuru ve çıplak. Birer kabuk, birer maske. Bir avuç toprak, içimdekinin aynısı.

5. Belki de yapmam gereken doğrulmak, kendimi belleğin kuyularından çekip çıkarmak, beni
bekleyen hikayeme doğru bir adım atmak… Sessizce bekliyor, daha tam açılmamış gözleriyle
bana bakıyor. Bir aynaya bakarcasına… Ona doğru yürüyebilmek için kapkara kanlara basmam
gerekiyor.

6. “Bu son kağıdım. Daha yazmak isterdim.” (Bir cezaevi mektubundan) Cezaevine “düşenlerin”—
Türkçe’de bu fiil kullanılır— ilk talepleri, idam mahkumlarının son dilekleri gibidir. Bir kağıt, bir kalem.

7. İnsan, konuşan Madde. Anlatan Varlık. Durmamacasına anlatan, anlamlandıran,
sözcüklendiren, hikayeleştiren… İçinde var olabileceği bir sözcük, bir imge aramaya yazgılı
varlık. Ölümlülük bilincinin ufku dört yönden kapadığı çağdan beri, kaybedilmiş ilk sözcüğü
arayan, kendi hikayesinde varolmaya çalışan Varlık.

Metindeki “anlatıcı—ben”, metin boyunca sürekli birbirine dönüşen iki karşıt uçtan konuşur.
Belleğini yitirmiş, bir adı bile olmayan, hikayesi kendisinden çalınmış “A.”, onu insanlık
manzarasından silmiş “İnsanlık”a seslenir. Vitrinlere tırmanıp kılıktan kılığa girerek çektiği söylevlerde bir yazar metaforudur. Bütün karakterlerini üstlenen yazar ise, anlattığı
dünyadan, “lanetlilerin” dünyasından, yani kendi hikayesinden kovulmuştur.

8. Kendini anlatmak… Karanlıkta devleşmiş gölgesine sığınan “ben”i bulmak için sürdürdüğümüz
ısrarcı bir söyleşi mi? Bir masumiyet yitimi, ertelenmiş bir intihar, dünyaya karşı meydan
okuma mı? Özgürleşme mi, yoksa özgürlük arzusunu doğuran tutsaklığın ta kendisi mi ?
Sözcüklerden oluşturduğum boş anıt mezara soruyorum sorularımı.
(Bu kitap, herşeyden önce sözcüklerle kurduğum bir anıt—mezar, gerçek bir ölü için yazılmış
bir ağıt, hep tamamlanmamış kalacak bir veda…)

9. Kimdi o ölen? Yazarın kendisi ölümün hangi tarafında?
Kendin olmak, ölmek demektir. Ancak ölerek “biricik” oluruz, değiştirilemez biçimde kendi hikayemiz oluruz. Mutlak birleşme anı, mutlak parçalanma anı… Ben’in Öteki’nde erimesi,
anlatanla anlatılanın, imgeyle bakışın birleştiği an.
İşte bu yüzden, yazı ölümün karşısında hep maske takmak zorundadır.

10. “Ben olmuş ve olacak herşeyim ve bugüne dek hiçbir ölümlü yüzümü maskesiz görmemiştir,”
diye yazar bir Osiris tapınağında… Osiris, ölümün ve yeniden doğuşun tanrısıdır, Dionysos
gibi. Dionysos da hep maskelidir, bazen erkek, bazen dişi olarak görünür, deli—tanrıdır, hep
ölmekte ve hep yeniden dirilmektedir. İki tanrı da parçalanmıştır.

11. Sözcükler: Çiğnenmiş, tel tel olmuş, karanlıkla, suskunlukla yoğurulmuş. Uğultulu, korkunç…

Birbirini yankılayan, yineleyen, yadsıyan sözcükler… Sesini arayan Acı, İmgesini arayan Ses.

Çoktan kaybedilmiş, ya da henüz doğmamış bir dünyaya, sayısız dünyaya seslenen Ses. Dik
açılarla birleşip insan yazgısını oluşturan çizgilerle yuvarlaklar, binlerce öykü, sayıya
vurulamayacak ölüm... Bedenin sınırlarından çıkıp dilde akan kan… Hiçliğe varana kadar
parçalanan yazı… Sabırla bir araya getirmek parçaları, bir kez daha… Baştan almak, bir daha
denemek. Anlatılamayana doğru bir adım atmak, bir adımı geri çekmek, yörünge değiştirip bir
çember daha çizmek… Bir yankıya dönüşene değin… Hiçliğe varana değin...

12. Yoluma devam ettim. Gerçekler aleminde vücut bulmaya kararlı bir hayalet gibi, karanlıkta,
yıkıntılar arasında, el yordamıyla ilerledim. Sonuna dek gidilmeliydi bu yıkımın, bu yitirişin, bu yalnızlığın… Haritaya ihtiyacım kalmamıştı, elimle koymuş gibi teker teker buluyordum Semprun’un romanlarında anlattığı barakaları… Altmış kadar yıl öncehepsi yakılmıştı,
günümüzde yerleri taşlarla ve anıtlarla belirlenmişti.… İçiçe geçen çemberler çiziyor, bir aşağı bir yukarı koşturuyor, bir ucundan diğerine savruluyordum devasa kampın, sanki her adımda, bir mahpusa dönüşüyordum. Buchenwald’dan çıkamayacaktım... Ya da çıkabilmek için, orada
bulduğum kendimi geride, uçsuz bucaksız, ıssız gecede bırakmak zorundaydım.

13. Başka çarem olmadığı için kullandığım bir sözcük: “Ben”. Bir kabuk, bir maske, o kadar.
Seslerin çıkabilmek için çarptığı, bir diş, incecik, bir zar ve kemik. Uçsuz bucaksız bir savaş alanı, söylenenle söylenmeyenin ölümüne çarpıştığı… Bir arada, sessizce çürüdüğü, ayakta
kalanla yere yıkılanın… İnsanın çamura, çamurun insana dönüştüğü...
“Başkaları” diyemiyorum bu cehenneme…

14. Son otobüse yetişmek için durağa vardığımda, artık soğuğu hissetmiyordum. İçeriyle dışarının
sıcaklığı birbirine eşitlenmiş gibiydi. Karın altında saatler boyu, koşarcasına yürümenin
bedelini bir zatürree ile ödesem, şanslı sayılırdım. Göz kamaştıran ışıklarını yakan otobüs, kamp durağının son yolcusu için kapısını açtı. Kapadı. Geri dönerken tek bir hedefim vardı. Rampa. J.Semprun, “Büyük Yolculuk”ta birkaç kez uyarır okuru: “Ama daha hiçbirşey görmediniz.Daha rampayı görmediniz. Yahudi çocukların yolculuğunu anlatmadım.” Haritada ya da katalogda, rampaya ilişkin bir şey varsa da
kaçırmışım, ama onu da elimle koymuş gibi bulacağıma emindim. Bütün geçirgenliğimle
açıldığım sesin beni çağırdığı yer orasıydı, Auschwitz boşaltılırken Polonyadan gelen trenlerin durduğu rampa… Demiryolu çoktan sökülmüş, altmış küsür yılda doğa son izleri de silmişti.

Ama oradaydım işte, bir duvardaki tabelayı fark ettiğimde herşey olup bitmişti bile.
Auschwitz’den gelen tren duruyor, vagon kapıları gürültüyle açılıyor, hiç kimse aşağı
atlamıyor. Ayakta, birbirine yaslanarak donmuş binlerce ölünün arasında, her nasılsa sağ
kalmış, eksi otuz derecede, on gün boyunca hiçbir şey yemeden ve içmeden sağ kalabilmiş,
birkaç çocuk buluyor mahpuslar… Kimse bilmiyor ne yapılacağını, tepeden emir bekleniyor.
Başlarına geleceği sezen çocuklar, son güçleriyle sağa sola kaçışmaya başlıyor. İşte, şu çam ağaçlarına doğru koşuyorlar ,kampın merkezine doğru, ama kapıya varamadan teker teker
öldürülüyorlar. Son iki çocuk kalıyor geriye, vargüçleriyle koşuyorlar, ama biri karların içinde sendeliyor, tökezliyor; diğeri, yaşça büyük olanı duruyor, geri dönüyor, ona elini uzatıyor.

2008 Mart Sonu. Buchenwold’ın eski rampasında, altmış küsür yıl önce, birkaç el ateşlenen
silahı duyuyorum.

15. Bazen bir sözcük, anafor gibi yakalar insanı, yerle gök, ölümle yaşam arasında savurup durur.
Baş aşağı çevirir dünyayı, dünle yarını iç içe geçirir, herşeyi parçalayıp yeniden birleştirir:
“Yazgı.” Türkçe’de “alınyazısı” da diyebiliriz, alnımıza yazılmış, görünmez, silinmez yazı.

16. Hemen ertesi gün, eşini benzerini görmediğim bir sancı sol koluma saplandı, sırtıma,
boynuma yayıldı. İstanbul’a döndüğümde adeta bir Quasimodo’ydum, bir hafta içinde
kamburlaşmıştım! Teşhis çabucak kondu, MR (Magnetic Resonance—MRT) açık seçik
gösteriyordu ağır hasarlı omurları, fıtıkları; ama bu fıtıklar çok eskiydiler. Gençliğimde,
muhtemelen aynı travmayla oluşmuş, bunca zaman hiçbir işaret vermemişlerdi. (Hayatım
boyunca klasik bale çalışmıştım, hala dans ediyordum!) Kimseye, kendime dahi anlatmadığım,
anlatmaya “gönül indirmediğim”, zaten hemen bütün ayrıntılarını unuttuğum, yani CV’me
koymadığım bir “şiddet deneyiminin” (böyle adlandırayım!) etkisi, bunca yıl sonra bütün
yıkıcılığıyla, bir anda açığa çıkmış, bedenim Buchenwald’ın karlarında, derinlerde sakladığı bir “kurban”ı hatırlamış, geri—dönüşsüzce sakatlanmış kurbanı sahiplenmişti. İçerideki, en
içerideki suskun, kapanmayı bilmeyen yara, sonunda beni sahiplenmişti. Yaralar çok ender
konuşurlar ve yalan söylemeyi beceremezler.
O günlerde baskıya gitmekte olan “Taş Bina”yı —artık bir uzun öyküydü— geri çektim. Fiziksel
acılarla, eziyetli tedavilerle geçen, kaleme el sürmediğim bir, bir buçuk yıldan sonra metne
geri dönebildim. Acının, pek de ‘edebi’ olmayan sakatlık gerçeğinin verdiği ‘deli cesaretiyle’,
daha önce sadece kapısından baktığım bir labirente daldım, A.’nın belleğine, onun diliyle
girmeyi denedim. Şiirselliğine inandığım cümlelerimi acımasızca kesip biçtim, gaddarlığın
cisimleştiği tek bölüme, sorgu sahnesine yerleştirdim. Asıl kurtarmak istediği kişiyi ele veren, sevgilisinin ölümüne yol açan genç kadını, sokaklarda yaşayan bir meczupla yüzleştirdiğim ‘anahtar’ bölümü kitaptan çıkardım. Çıkardım ki, ele verenle verilen, sağ kalanla ölen, anlatanla anlatılan, ayrıştırılamaz biçimde birbirine karışsın, iç içe aksın.

17. Issız bir çığlık, karanlık bir kahkaha. Bir mezartaşı, bir ağıt, lanetli bir ezgi. Tesadüflerin biraraya getirdiği, maskeli bir koronun, dağıldıktan sonra bile bir ağızdan söyledikleri ezgi.
Issız bir cehennem, içinde tutmak istediği görüntüyü umutsuzca arayan bir ayna…(“İnsan
yüreği bir aynadır”, der eski bir söz.) Bir avlu, sadece rüzgarın uğultusunun işitildiği bir son—ülke. Taşlara çizilmiş bir eskiz, her bakışın kendinden birşeyler katarak bir resme
dönüştürebileceği… Kanla düşlerin zoraki evliliği…

Ben’le Öteki’nin, ölenle sağ kalanın, ele verenle ele verilenin, birbirlerini işitmeden
sürdürdüğü uzun, ısrarcı söyleşi… Korkunç ile Kutsal’ın yanyana durduğu, içiçe aktığı, birbirine dönüştüğü bir hikaye. “Hikayesi” çalınmış bir hikaye… Bir yürek dolusu taştan kurulmuş bir son—ülke.
Bu kitapta anlatılan herşey, elbette, kurgusaldır. Ancak kurguyu, gerçeğin ta kendisi
yapmıştır.

18. “Taş Bina”, tek bir başlangıcı ya da sonu, bir merkezi olmayan, tamamlanmamış kalmaya
yazgılı bir metin. “Anlatılamaz” olanın etrafında çemberler çizdiğini, yani kendi çaresizliğini itiraf eden bir metin. Yazarını da, okurunu da, hikayeleştirmenin avuntularından esirgiyor: Bir çerçeve içinde sunulan tablolar gibi, renkli, canlı, kıpır kıpır imgeler, ele avuca gelen, özdeşleşme olanağı sunan karakterler, trajedinin açabileceği bir özgürlük kapısı, katarsis gibi.
Bunların yerine, sadece belli belirsiz, tekinsiz bir çağrıyı sürdürüyor, taş binadan asla
çıkamayacak sesleri umutsuzca iletmeyi deniyor. Ve aslında sözcüklere geçit vermeyeni, gene
sözcüklere teslim ediyor.
Elbet karanlık kehanetini gerçekleştiriyor. Beni yazdığım şeye, TAŞ’a dönüştürüyor.

19. Esenler Polis Karakolu. Bir hücre, bir kafes. Işıkların hiç kapatılmadığı, susuz, tuvaletsiz, altı—yedi metrekarelik kafeste dört kadınız. Sadece çok zayıf birinin, biraz olsun uzanabileceği, iki daracık tahta bank var… Onlarca kişinin kokusunun, terinin sindiği, yağlı iki battaniye. Dört kadınız, içimizden biri, üçüncü gece bileklerini kesecek.
Daha hiçbir şey anlatmadım. Rampayı anlatmadım.
(Bu dipnotlar iki ayrı kalemden çıkmış gibi. Yazarın notları, eski bir mahpusun notları.
Birbirlerini işitebildiklerini sanmıyorum.)

20. Taş Bina, eninde sonunda somutlaşacaktı, başkaları için olduğu gibi, benim için de…
Karakterleri, Esenler Karakolunda teker teker cisimleşecekti. Bir çığlık yoktu orada, ama
bodrumdan gelen dayak sesleri ve iniltiler vardı. Suçlu çocuklar yan kafesteydiler, falakadan geçmemişlerdi, polislere kök söktürdüler… Ağlayan kadın... Bütün kadınlar ağlıyordu. 48 saat boyunca durmadan ağlayan bir kadını dinledim. İhanet, ele veren, ele verilen… Ölen… Sadece
“Melek” yoktu orada.
İkinci gece hastaneye kaldırılıp geri getirildiğim gece, iğnelerin de etkisiyle ‘taşlaşma’ halinden
biraz sıyrılınca, “Taş Bina”yı düşündüm. Bir daha böyle bir kitap yazabilecek masumiyeti asla
bulamayacaktım.
Ama üçüncü gece, en korkunç gece, anladım ki, sadece “anlar” vardır, içinde meleği var
edebileceğimiz anlar. Onu var edebilmek içinse, önce yokluğunu tanımak, bu yoklukta kalmak
gerekiyormuş.
Taş Bina’nın aynasında, Esenler Polis Karakolunun kirli camlarında, yüzümü ilk kez
gördüğümde, onu tanıyamadım.

21. Şimdi —2019, burada —Almanya’da— anlatmayı denemek… Altı metrekarelik bir kafeste geçen
üç gün, üç geceyi, çıldırtan susuzluğu, leş gibi bir hücreyi, idrar lekeli yatağı, müebbet
talebiyle tutuklanmayı, dikenli tellerden sızan damlalarla sırılsıklam cezaevi avlusunu…
Aslında çoğunu unuttum. Olayları, olguları, aşağılamaları, isimleri, ayrıntıları… Kimbilir neler pahasına, hangi bedellerle unuttum. (Belleğim yorgun düştü unutmaktan…) Sadece birkaç
imge var benimle kalan, sanki taşlara çizilmiş kabataslak eskizler, dünyayla yaşıt, siyah—beyaz,
gri, yürek—rengi, Araf—rengi resimler… Belleğime kazınmış imgeler...(Kendimi o resimlerden
çekip çıkarmayı başarsam da, kabuslarım beni oraya, “Taş Bina”ya yolluyor her gece.) Ve o
silinmez imgeleri çevreleyen bir sis halesi. Bir şimşek çakması, su damlaları, rüyalar ve
karabasanlar, kabaran bir nehir, herşeyi küle çeviren bir yıldırım, yoğun, çıkışsız bir bulut.
Dış gerçekliği yeniden kurma çabasının, yani olayları, olguları anlatmanın, aslında iç
gerçeklikten bir kaçış, hatta olası tek kaçış olduğunu da çoktan öğrendim.
Saat: 16.00. Müze kapandı. Asıl gece şimdi başlıyor...

22. Yaralar çok ender konuşurlar ve ürkütücüdür sesleri. Ama sözcüklerin uçsuz bucaksız çölünde,
onların sesi de rüzgara karışır, dağılır gider. Belki bazen birkaç kemik belirir kumların
üzerinde, çöl herşeyi çabucak yeniden örter.
Ama sadece sözcükler insanlaştırabilir ıssız bir çölü de, çığlığı da... Küçücük, mucizemsi
dokunuşlarıyla taşı ezgiye, ezgiyi taşa dönüştürür, bir avuç taştan, bitimsiz bir dünya
kurabilirler. Yitirdiğimiz, yitireceğimiz herkesle, herşeyle buluşabileceğimiz… Herşeyin onda tamamlanıp bütünlendiği, en gerçek, en koyu anlamına kavuştuğu bir başka dünya… Sadece o
dünyada – bunda değil – bir meleğin kulağımıza fısıldayacağı muhteşem bir ezgiyi işitebilir,
yalan yanlış da olsa mırıldanabiliriz.

23. İşte bu da benim hayat hikayem. Artık içinde kimsenin yaşamadığı bir hikaye…
Sen kimsin?
Ben, senin içinde konuşan yankıyım. Sözcüklerle anlatılamayan senim, yanıt vermeyen
sessizlik… Ve bugüne dek hiçbir ölümlü yüzümü maskesiz görmemiştir.

24. 18 Ağustos, ağırlaştırılmış müebbet talebiyle tutuklandım. Cezaevine getirildiğimde
geceyarısıydı herhalde. Tüm mahpuslar gibi, üzerimdeki herşey, boyunluğum dahi alındı. Bir
tişört ve bir şalvarla, “müşahadeye” ,bir nevi karantinaya kapatıldım. Çarşafsız, leş gibi
yatakların sıra sıra dizildiği, bomboş bir oda, bir koğuş… Daha ilk saatimi tamamlamadan, beni
hücreye attılar. Sonradan, asla doğrulayamayacağım cezaevi fısıltılarından öğrendim ki, Müşahade’de, uyuşturucudan tutuklanan genç bir Rus kızı –günümüz Türkiye’sinde, sınırlarda uyuşturucuyla yakalananlara, yirmibeş dakikayı bile bulmayan ilk ve tek celsede yirmibeş yıl veriliyor— cezaevindeki ilk gecesinde, o yataklardan birine tırmanıp, her nasılsa gözden kaçırdıkları kemeriyle kendini asmış.

Ben şimdi ölümün hangi tarafındayım?

13.2.2019
Aslı Erdoğan


 

Haberler Biyografi Kitaplar Fotoğraflar Röportajlar Köşe Yazıları   İletişim Ana Sayfa
Design by medyanomi