Köşe Yazıları

Sakatların kervanı / 5.8.2012
“21 Şubat 97’de toplu halde gözaltına alınan 25 kişiden biriydim. On dört gün boyunca ağır işkence gördük. Askı, elektrik, haya burma, kaba dayak. Sürekli dayak... Herkes yaşıyor bunu, bir biçimde... Altıncı günün sonunda, hücrelere çıkarttıklarında, hepimiz sakattık. Süleyman’ın elleri tutmuyordu. Bir arkadaşın kaburgaları kırılmıştı. Ben kısmi felç geçirmiştim... Radyo sonuna dek açıktı. Hep aynı anons, tekrar tekrar...

Karısına küfrettiler, o da tepki gösterdi. Doğal bir tepkiydi, ama yanlış yerde... Kaburgalarını kırdılar... Cinsel taciz sürekli devam ediyordu. Sürekli, kesintisiz, herkesin önünde... Askıda... Herkes yaşıyor bunu, bir biçimde, lanet olsun... Askıdayken parmakla taciz etti beni, sonra da “artık şerefsiz oldun”, dedi... Çırılçıplak soymuş, üzerime abanmışlardı...

Radyoda hep aynı anons: İlaç gibi radyo! Askının açısına dayanıyorsun ama sözgelimi tuvalete gitmek daha korkunç. Günde dört hakkımız vardı. Her seferinde söylüyordum kollarımın tutmadığını, pantalonumu indiremediğimi... Biz cezaevine giderken “Sakatlar kervanı diye şaka yaptılar. Kahkahalar attılar... Çok, çok kötü yaralıyorlar insanları...

Aradan iki yıl geçti, ağrılarım sürüyor... ‘Mutlu olman gerek’, dedi doktor bana, ‘olamıyorsan da mutluluk taklidi yap!’ Bir biçimde herkes yaşıyor bunu, lanet olsun, kimse umursamıyor...

Aletleri görmüyorsunuz, işkence izlerini de mi görmüyorsunuz? Doğrusu işkence davasından pek umutlu değilim. Saha ONLARIN... camdan bir fanus içindeyim, çığlık atıyorum, kimse duymuyor. (Son cümle, gözaltında tecavüzü anlatan Asiye Zeyrek’in kitabından)”

“Suskunluk duvarıyla çevrili hücrelerin soğuk sırlarına, oralardan benliğimizin en diplerine dek yayılan karanlığa bakmak gerekiyor. Hepimizin payına düşen karanlık bu.”

1999 yılında Radikal gazetesinde yayımlanan “On beştik, on dört kaldık” adlı yazımdan alıntıladım. Süleyman Yeter ve Asiye Zeybek ile göz altına alınmış Sultan, Haydar ve Sedat’ın anlattıklarını bir köşe yazısında aktarmaya çalışmış, içinden geçtikleri, aslında anlatılması mümkün olmayan cehenneme aralanan cümleler aramıştım. Süleyman Yeter birkaç ay önce öldürülmüştü. Söyleşi için buluştuğumuz yayınevinden çıkar çıkmaz takibe alındığımızı hala hatırlıyorum. O cehennemsi haftasonunu... Aynı kasedi tekrar tekrar dinliyordum, duvarların yuttuğu çığlıkları, kırılan kaburgaları, en diplerden yükselen kahkahaları duyana dek: İlaç gibi radyo.

Aynı yazıyla devam ediyorum.

“21 Şubat’ta göz altına alınan 15 kişi işkence davası açtılar. Baskılara direndiler, doktorların önünde dövülerek raporlar aldılar, davacı oldukları mahkemede sanık sandalyesine oturtuldular, polisin ablukaya aldığı duruşmalara girdiler, ölümle tehdit edildiler. 37 yaşındaki sendikacı Süleyman Yeter, işkence davasının duruşmasından iki gün önce, 5 Mart’ta yeniden gözaltına alındı. 7 Mart’ta can verdi.

Sırtı, çenesi, bilekleri, en can alıcısı, boynu yara izleriyle dopdolu... (Üç kez sorguya alınmıştı, her seferinde, saatler sonra, titreyerek, elleri kolları tutmayarak geri dönmüştü. Ama dördüncü kez sorguya alındığında... 7 Mart sabahı, saat 7’de... Hastaneye götürülürken yolda öldüğünü söyledi, ifadesi alınan polisler...) Aynı günlerde Özbek Cumhurbaşkanı’na suikastten yargılanan bir rejim muhalifi cinayeti üstlendi, ama sonra avukatları aracılığıyla reddetti.

Yeter’in işkence gördüğünün, işkencede öldüğünün tanığıydı. Apar topar ülkesine, idamla yargılandığı Özbekistan’a iade edildi.”

“On beştiler, on dört kaldılar.” Hemen hemen böyle bitirmişim yazımı, paranteze aldığım cümleleri on üç yıl sonra ekledim. O zamanlar, işkencecilerinki, katillerinki de dahil, isim vermemek ilkesine sımsıkı bağlıydım.

Meselelerin kişilerden değil, sistemden kaynaklındığına işaret etmek, yazıyı bir baskı, intikam, şiddet aracı olmaktan, bir başka iktidarın peşinde koşmaktan olabildiğince korumak, temel bir insan hakkı olduğu çoktan unutulmuş ‘özel hayatın dokunulmazlığı’nı çiğnememek vb. pek çok gerekçem vardı. Sonraki zor dönemlerde, her salı saat beşte ‘Bayram orada mı?’ telefonları başladığında sözgelimi, ya da beş gün boyunca ardarda eve her adım atışımda telefonum çaldığında, ya da ıssız bir sokakta beyaz bir araba tarafından bir duvar dibine sıkıştırıldığımda, ya da sonraki daha da zor dönemlerde, bu biricik, safdil ilkemden hiç pişmanlık duymadım. Bugüne, Sedat Selim Ay’ın İstanbul Terörle Mücadele’nin başına getirildiğini öğrenene dek...

90’lı yıllarda pek çok kişi tacizli, tecavüzlü işkencelerden, Tim 3’ün, Tim 4’ün, Bayram Kartal ve Sedat Selim Ay’ın yönettiği timlerin tezgahlarından geçti. Süleyman Yeter 7 Mart sabahı boynu kırılarak öldürüldü. Açılan davada üç polis memuru yargılandı, biri aldığı cezanın tek bir ayını yattıktan sonra salıverildi. Buradan devam etmeyi deneyeceğim.

Fotoğraflarını, hayat hikayesini yıllarca sakladığım Süleyman Yeter’i anlatamam artık. Sakatlar Kervanı’nı... Kırılan bir boynu... Keşke anlatsaydım... Keşke anlatabilseydim...







 

Haberler Biyografi Kitaplar Fotoğraflar Röportajlar Köşe Yazıları   İletişim Ana Sayfa
Design by medyanomi