Köşe Yazıları

Üç Mektup / 2.9.2012
Asıl mesele, taraf olmak değil, tarafların nasıl oluştu(ruldu)ğunu bilmek, diye yazmışım on iki yıl önce... F—tipine karşı çıkanların, sanki başka seçenek yokmuşçasına, koğuşları savunmakla suçlandığı günlerde... Sonrasını biliyorsunuz. F—tipini bilmeyenler, cezaevlerinde neler olup bittiğini merak dahi etmeyenler, ölüm orucunu bir hak olarak tanıyıp durdurmaya çalışanları, ölümlerden sorumlu tuttular. Çevik kuvvet otobüsünün taranması vb. derken, günü geldi, mahpusların açlıkla ya da ateşle ölmeye hazır oluşlarının katlanılmaz gerçeği, onlara uygulanan, uygulanacak şiddeti görünmez kıldı, bir koğuşta kıstırılan kadınlar yangın bombalarıyla yakıldığında kimsenin gıkı çıkmadı. (Buna girmeyi istemiyordum, o günlerdeki derin umutsuzluğumu hala hissediyor, insan hayatının biricikliği, eşsizliği üzerine bir cümle kurmaya kalkıştığımda hala aynı alaycı, sinsi kahkahayı duyuyorum.)

“Dünya üzerinde bir çocuğun yakılmasını haklı kılacak hiçbir dava yoktur.” (Ahmet Altan) Ben de, bir çocuğun, bir yetişkinin, bir ayağı çukurda bir ihtiyarın öldürülmesini, ölüme terk edilmesini haklı çıkaracak bir dava olmadığına inananlardanım. Binlerce yıl önce kutsal bir buyruk olarak duyduk bunu: Öldürmeyeceksin! Gelgelelim binlerce yıldır öldürmekte, en çok da bu buyruğu veren dinler ve devletler adına öldürmekteyiz. Savaşın kendisi topyekün bir öldürme, karşısındakinin cesetlerini, artık dayanamıyorum dediği ana dek üst üste yığma eylemi değil mi? (Bunu da istemiyorum yazmayı, bir Barış Gününde daha savaş üzerine yazmayı...)

Türkiye’nin ruh halini anlamama yardımcı olur diye bir hafta interneti taradım, okur mektuplarını, sitelere yazanları, benzer siyasi görüşlere sahip insanlar arasındaki, en ironik deyimle, ‘iletişim çabalarını’ izledim. Öfke, yılgınlık, tahammülsüzlük, hınç... Hemen herkese sirayet etmiş bir dersini verme üslubu, gerçeği, hakikati, ahlakı tekeline alarak diğerlerine haddini bildirme hali... (Birer cümle alıntıladığı kitapları başkalarının da okumuş olabileceğini, aynı kavramlar üzerinde başkalarının da düşünmüş olabileceğini görememe hali). Beni derinden etkileyen, sarsan, yüreğime oturan mektupların üçü de kişiseldi, bağırmıyor, neredeyse fısıldıyorlardı, üçü de kadınlarca yazılmıştı.

“Ben Antepli’yim. Şehrimin orta yerinde, hayatımın tam ortasında bir bomba patladı. Bir çocuğum var benim.” Geçmişte siyasetle ilgilenmiş, bütün insani meselelere duyarlı, etnik kökenini söylemeyecek denli zarif (sanırım gündeme hiç gelmeyen etnik gruplardan birine mensup), içten ve sahici. Soğukkanlı bir dille bilinmezlere işaret edenlere tepki duyuyor, bunu bir aklama çabası olarak yorumluyor (ki ben öyle yorumlamıyorum), ölüleri ‘benim ölülerim, senin ölülerin’ diye sınıflayan acımasız siyaset diline isyan ediyordu. Ben bir sivilim, silahları tanımıyorum, tanımak da istemiyorum. (Onun satır aralarını okumaya, kendi dilime çevirmeye çalışıyorum, belki kendi mektubumu yazıyorum.) Ben bir sivilim, ne ölmek, ne de öldürmek istiyorum. Bu coğrafya ölümle içli dışlı kıldı bizi, ama çocuğumun ölmesine dayanamam. Ne büyük ve güçlü Türkiye, ne Kürdistan adına...Ya benim acım, benim korkularım? Bir kişi bile yok mu beni işiten? Keşke olsa... Keşke sevdiklerini kaybedenler başka kayıpları da taşıyabilseydi, işkence görenler birbirin yarasını sarabilse, tecavüze uğrayanlar öteki kurbanları suçlamaya bu kadar hazır olmasaydı... Keşke...

Gencecik bir kadın (üslubu gencecikti) birkaç cümle yazmış: “Bu ülkede ünlü olmanın en kolay yolu Kürtlere hakaret etmek!” O da etnik kökenini belirtmemişti. Belli ki daha fazlasını söylemek içinden gelmiyor, birilerinin onu dinleyeceğine, işiteceğine artık inanmıyordu. Kolay değil, biliyorum, aşağılanmayı anlatmak... Her fırsatta, her önüne gelen tarafından aşağılanmayı, sürekli suçlanmayı, sürekli savunmada olmayı, bir yerlerde bir başkasının yaptıklarından sorumlu tutulmayı anlatmak... Çok zor, biliyorum. Sayısız ilde, ilçede linç kalabalığını bekleyerek, ya da kapıları baltalarla kırarak dalan polisi, geçen uykusuz geceleri... Ya benim acılarım, benim kayıplarım bile diyememek... Ya benim hayatım, diye seslenememek...

Üçüncü mektup cezaevinden geliyordu. “60 küsur yaşındayım. Sevk tam ondokuz saat sürdü, ring arabası korkunç bir işkence. Cezaevine vardığımızda çırılçıplak soydular bizi, hepimizi taciz ettiler. Binlerce kadın var benim gibi, suçsuz yere hapse atılan, işkence edilen... Neden cezaevindeyim ben, Kürt olduğum için mi ?”

Bilmiyorum, bilsem de anlayamıyorum.


 

Haberler Biyografi Kitaplar Fotoğraflar Röportajlar Köşe Yazıları   İletişim Ana Sayfa
Design by medyanomi