Köşe Yazıları

Kişisel bir cehennem / 20.8.2014
On küsur yıl önce, hayatın kendisi kadar tamamlanmamış kalan, zıt uçlara doğru gerilen bir öyküye koyulmuş, elbet tamamlayamamıştım. “Şebeke yok’’, “cevap yok’’ uyarılarıyla kesilen, uzun bir cep telefonu konuşmasından ibaretti öyküm. Gece yarısı, gürültülü patırtılı bir otogarda, otuzlarında bir kadın, makul başarılara ve üne kavuşmuş bir kadın yazarı arıyor, hikaye üstüne hikaye anlatarak, hayat üzerine anlamlı ama etkisiz sorular, cümleler yağdırarak, hesaplaşıyor, helalleşiyordu. Her suçlamanın bir özre, her özrün sokulup çıkarılan bir hançere dönüştüğü konuşma aslında çift sesli bir monologtu. Duraksayarak, hep uygun sözcüklerle konuşan yazar, bir intiharı sonuna dekl götürebilmiş kadının, sağ kalan, hayata tutunan tarafıydı. Mazot ve yağ kokulu, kalabalık otogarda bir cehennem tasviriydi.

On küsur yıl sonra, hesaplaşmaların artık duraksayarak, uygun sözcüklerle yapıldığı orta yaşa gelmiş “bir kadın yazar”, aynı otogarda, gece yarısı... Cep telefonlarının bile akıllandığı bunca yılda, o da artık idrak edebilmiş: İnsanın kendi biricikliğine, hikayesi ve gerçeğine, kendi yazgısına sadece ölüm anında kavuştuğunu, ölümün karşısında çırılçıplak, maskesiz durduğunl anda başlayan cehennemin tek kişilik, ıpıssız olduğunu... Bir çeşit şaşkınlıkla kalabalıkların arasına büzülüyor, bedenselden çok ruhsal bir büzülme... Otobüsler bir yanaşıyor, bir kalkıyor, anonsların ardı arkası kesilmiyor, türküler marşlara, marşlar sloganlara karışıyor, davullar çalıyor, havai fişekler, çatapatlar, gerçek silahlar patlıyor... Halay çekmek için omuz omuza giren topluluklar, ahtapotumsu bir sarılışta buluyor kendini, bir yerlerden bir genç havalanıveriyor, o daha yere inmeden bir başkası, kollar, beller pahasına daha yukarı fırlatılıyor, “En büyük asker” şimdilik o! Otobüsler birer, ikişer saat rötarle terminale yanaşabildiklerinde —bazen iki sefer sonraki otobüs diğerlerinden önce varıyor— yüzlerce kişi, biletini, bavulunu, çocuğunu kapıp hücum ediyor, megafonla otobüsün asıl hareket saati bağırılsa da kimse işitemiyor, kayıp yolcu, kayıp muavin anonsları yapılıyor dakikada bir, şöförlerin dahi aklı karışmış vaziyette: “Abla, sen bir bin hele! Senin otobüs değilse bakarız çaresine!” Kalkmaya çabalayan bir otobüsün kapısı belki sekizinci defa açılıyor, bir gelin buketi fırlatırcasına, bir bayrak fırlatıyor biri, bayrağı kapıp sırtına geçiren omuzlara alınıyor. İki saat gecikmeyle kalkan bir başka otobüsün önü kalabalıklarca kesiliyor, herkes taş kesilip İstiklal Marşı söylemeye koyuluyor, şöför bir korna ezgisiyle eşlik ederken, otobüsün içindekiler de ayağa kalkıyor. Ansızın fırlayan türbanlı bir kadın, bir başına hazırolda duruyor, soprano sesiyle herkesi bastırıyor: “Bu marş sizin olduğu kadar bizim de!” dercesine... Kimin marşı daha gür yarışı başlıyor, şiddetleniyor, silah seslerini bile bastırıyor. Sonra tekbire geçildiğinde koral bir uyum tutturuluyor. Marşını, dansını kendi hazırlamış bir topluluk bile var: İki kişi çöküyor, diğerleri dimdik durup söylüyor, sonra duranlar çöküyor, müstakbel askerleri mi, düşmanı mı simgelediğni çıkaramadığım iki kişi ayağa kalkıp devam ediyor vs... Her ne kadar kadınlara da birer rol biçilmiş olsa da, bütünüyle bir erkek ayini izlediğim, hipnotize edici bir yanı da var. O muhteşem politik roman, “Semenderlerle Savaş”taki erkeklik ayinlerini hatırlıyor, gülümsememeye çalışıyorum. Yanlış bir bakış bile yeter, bayrağı direkten indirmiş muamelesi görmeye... Mazallah, bu ülke düşmansız kalsa!

Şans mı, yazgı mı, üç kez, sonuncusu serseri bir şişe yüzünden, üç kez ertelenen kısacık bir yolculuğun asker sevkiyatına denk gelmesi... Makul dinleyicilerin önünde ‘ataerkil ve militarizm’ üzerine atıp tuttuğumu hatırlayınca, cehennemin bu halkasını da hak ettiğime karar veriyorum. Bu gürültülü oyunun, uç noktalara varıp da parodiye dönmüş ayinin arkasında gizlenen ise, asfalt gibi sert, katı,sıradan, kuru bir şey, o da altındaki toprağı gizliyor... Sonra, feribotta, yalnızlığın artık elle tutulurcasına katılaştığı gecenin son saatlerinde, deniz hasret kararısına bürünmüşken, aynı çocukların gözlerine bakacağım: Mahfazasına konmuş kalplerini, son bir kez çıkarıp özenle geri koymalarını izleyeceğim... Teker teker, her biri, kendi başına...


 

Haberler Biyografi Kitaplar Fotoğraflar Röportajlar Köşe Yazıları   İletişim Ana Sayfa
Design by medyanomi