Köşe Yazıları

Umutsuzluğun mucizeleri / 3.9.2014
Kişisel olanın peşinde ısrarla iz sürmek, sanki zıt yöne, anonime yaklaşmaktır, anonime, herkese ait, herkese dair olana —uçsuz bucaksız, eylül göğü renginde bir deniz gibi düşleyebiliyorum onu— ulaşmak içinse ‘kişisel’in nehirleri boyunca akmayı öğrenmek gerekiyor. Deltaları, alüvyonları, dip akıntıları, bataklıkları boyunca... Norveç, Bjornson Festivali. Beni kuzey ülkelerinde tanıtan kitaplarım ve her defasında rengarenk ama farklı ayrıntılarla sunulan özgeçmişimde göz alıcı, can alıcı bir tamlama olarak beliren ‘köşe yazarlığım’ üzerine konuşmaya böyle başlıyorum. Her zamanki gibi... İlk yol ağzında duraklayacağımı, çok geçmeden, aşılması olanaksız bir yamaca, bir uçuruma varacağımı bilsem de... Kimin için, hangi dünya adına yazıyorum? Kendimdeki öteki, ötekindeki kendim mi? Bu dünya adına mı, yoksa hiç var olmamış, ya da çoktan küle dönüşmüş bir başka dünya adına mı? Edebiyat, tanrılarıyla olduğu kadar şeytanlarıyla da hesaplaşmak zorundadır, kendi doruklarına göz dikmişken, çukurlarına yuvarlanmaya hazır olmak... “Oysa köşe yazarlığında”, diyorum, ansızın bastıramadığım bir ağlama isteğiyle, Hanım Baran’ın ölümünü hatırlayarak, “böylesi hesaplaşmalara girecek vaktiniz yoktur.” Hiç tanımadığınız biri, bir cezaevinin bir hücresinde tek başınadır. Ölüyordur... Bir yazının neyi, nasıl değiştireceğine dair soruları sormazsınız. Yazmak zorunda olduğunuzu, şaşmaz bir kesinlikle bilirsiniz, o kadar. İşitilsin işitilmesin, hayata seslenir, fısıldar, bağırır, çığlık atar, çoğu zaman yanıt alamazsınız. Sözcüklere basa basa karşı kıyıya ulaşamadan, bir girdabın ortasında, suçluluk, çaresizlik içinde...

Çöl gibi ıssız, parlak sahnede, uzaklardan gelmiş iki kadınız. Acımasız, keskin, yapay ışıkların altında, arkamızdaki duvara vuran devasa gölgelerimizle, karanlık, meçhul, taş kadar suskun bir kitlenin karşısındayız. Asya’nın ipeğine, renklerine, desenlerine bürünmüş Burmalı ‘yoldaşım’, 93’te cezaevine girmiş. İki metreye iki metre, tuvaletsiz bir hücrede, tek bir kitap okumasına izin verilmeden altı yıl geçirmiş. Vereme yakalandığında tedavi görebilmek için açlık grevine girmiş. ‘Ben bir Budistim’, diyor, hiçbir burukluk ya da ironi içermeyen gülümsemesiyle, “gardiyanlara çıkarken teşekkür ettim. Başka nerede kendimi böylesine tanıyabilir, hayatın diğer hücrelerine hazırlanabilirdim?” Umudun mucizelerini anlatıyor Thida, bense umutsuzluğun mucizelerin... “Hiç çıkamayacağını düşündüğün oldu mu?” diye soruyorum, bu soruyla baş edecek güçte biriyle karşılaştığımdan emin... “Hayır, kendi hikayemi anlatmak için sağ kalmak zorundaydım.”

Kendi hikayeni anlatmak, anlamlandırmak... Sözcüklere anlam, anlama sözcükler vermek. Kendi kısacık hikayeni hakkıyla anlatabilmek adına koskoca bir dünyayı sözcüklere sığdırmayı denemek... Koskoca bir dünyayı kurgulamak, düşlemek, yok etmek, yoktan var etmek... Kendi yaralı suretinden başka hiçbir şeyi yansıtmayan yaralı bir evrende, küçücük bir noktacığa dönüşerek kaybolup gitmek... Hiçbir zaman uzlaşmadığın, uzlaşamadığın hayatı, olanca gücünle kutsadıktan sonra...

Geçen haftaki yazımı binbir tereddütle yazdım. Dağlarda, sınırlarda bunca insan acımasızca katledilirken bir fırtına yazısı yazmaya utandım doğrusu. Ama geri dönebilmek adına yazmak zorundaydım, meselenin toplumsal, siyasi boyutları olabileceği bilmek de suçluluğumu biraz azalttı. Aynı gün deniz bisikletiyle açılan beş genç geri dönmediler, en acısı, onları açık denizde, çıplak gözle gören deniz otobüsü yolcularının bütün çırpınmalarına rağmen hiçbir resmi kurum parmağını kıpırdatmadı. Bir gün sonra ise, 3’ü çocuk 6 kişi, bildik önlemlerle, uyarılarla kolayca kurtulabilecekleri ‘kazalarda’ boğuldular. Baraj kapaklarının uyarı verilmeden —bu uyarının hem günler önceden, hem gün boyu tekrar tekrar yapılması, bölge helikopterlerle taranarak tek bir kişinin bile orada olmadığından emin olunması gerekirdi— açılmasına ‘kaza’ ya da ‘kader’ diyecektir elbet resmi dil, ölenler suçlanacak, katliama katliam diyenler, her zamanki gibi, bir suskunluk girdabında, çaresiz hissedecekler kendilerini... “Hayatın kutsallığı”... Cılkı çıkmış, küf ve vaaz kokulu bir tamlama olmadığını anlatmak, tekrar tekrar anlatmak... Yazmak için bir gerekçe, bulabildiğim ve yürekten inandığım biricik sebeb.


 

Haberler Biyografi Kitaplar Fotoğraflar Röportajlar Köşe Yazıları   İletişim Ana Sayfa
Design by medyanomi