Köşe Yazıları

Faşizm Güncesi: BUGÜN / 20.5.2016
Başı sonu olmayan bir gün, bir gün daha… İki uzun cümlenin, geçmişle geleceğin arasına gelişigüzel konmuş, sabitlendiği yerde sessizce bekleyen bir virgül gibi… İki upuzun, tekdüze, birbirinin tekrarı cümle… Neyin gelip geçtiğini, geri gelmemecesine yitip gittiğini, neyin bir kez, bir kez daha yitirileceğini söylemeyen… Hiçbir zaman gelmeyecek olana dair bir işaret vermeyen… Geçmiş ve gelecek… Hayat denilen bilinmezin yüzeyine saldığın ağlara takılıp kalmış, ucu bucağı, kıyıları, suları görünmeyen sisten çekip çıkardığın iki sözcük. Boş boş çınlayan, kulağını dayadığında sonsuzluğun kahkahasını atan… Işıksız derinlerden, kayalıklardan çıplak ellerinle koparıp aldığın ama yukarı varamadan buz kesmiş parmaklarından akıp giden ‘geçmiş’, biricik geçmişin, suskun ve soğumuş çamur… Ama hemen orada, sanki nehrin karşı yakasında süngüleri güneş ışığında parıldayan bir ordu gibi kaçınılmaz biçimde üzerine gelmeye hazırlanan ‘gelecek’… Ve sanki onarılmaz bir çatlaktan sızarcasına tam içinden akıp giden anlar, günler, bugün… Soğudukça acısı hissedilen bir yaraya benzeyen hayat, ya da belki düpedüz yokluğu hayatın, sadece acıyla varlığını duyuran…

Katliam günleri… Zulüm, gözyaşı ve kan. Miadı dolmuş marşların, kimsenin mecbur kalmadıkça okumadığı ‘büyük anlatıların’, destanların ‘temaları’, ya da tam tersine, binlerce kez okunmuş, dinlenmiş, durmamacasına izlenmiş haberlerin ‘konuları’ değil artık, gerçeğin ufkunu daraltıp karartan, gündelik hayatımızın ışığını, gölgelerini ve renklerini belirleyen sözcükler… Sanki söyleyecek çok sözümüz var ama sesimiz kalmamış gibi. Anlatmak, anlamlandırmak, sözcüklendirmek istediğimizde boş boş tınlayan bu ses bize ait değil gibi, atamadığımız gerçek çığlıkların yerini almış bu sessizlik bile nasıl artık bizim değilse… Daha yumuşak, daha kısa tokalaşmalarımız, el çabukluğuyla kuruyoruz aşina cümleleri, daha çabuk uzatıyoruz birbirimize doğru… Her fırsatta, var gücümüzle tekrarlıyoruz ‘ne kötü günlerde yaşadığımızı’, tekrarlıyor ve avunuyoruz. Daha uzun yankılanıyor ‘biz varız, buradayız’ seslenişlerimiz, yankılanıyor ve yanıtsız kalıyor. Makyajı tazelenmiş kuklalar gibi çeviriyoruz en dayanıklı yüzümüzü birbirimize, ama sanki hiç kimse bakamıyor gözlerimizin içine… Ne göreceğini bilenlerin bezginliğiyle hep ötelere, uzaklara kayıp gidiyor meraksız, sorusuz, yanıtsız bakışlar… Aynalar her zamankinden daha ıssız, insansız… Boş ve ölü gözler, boş ve soğuk sözler, soğumuş ve ölü yürekler… Sanki kendimizin baştan savma bir kopyası, geçmişe, bizzat kendi geçmişimize yolladığımız, geleceğe sunduğumuz yüzün çizgileriyse bir türlü biçimlenemiyor, sanki bir biçim yokluğu diğeriyle değiş tokuş ediliyor… Bir hastane koridorunda parmak uçlarında yürürcesine ağır ağır geçiyoruz bu günlerin de içinden… Sanki bitmez tükenmez, gri bir şafağında Araf’ın, sislerin içinde dil gibi uzanan incecik bir yerde, çığlıkların ve çağrıların artık ulaşamadığı bir yerde yürüyor, yürüyoruz.

Bodrumlarda kuşatılmış insanların –kimi yaralı, kimi çocuk— diri diri yakıldığı günlerde yaşamanın ve yazmanın dayanılmaz ağırlığı… Hayatın yerine ikame edilen sözcüklerin, sözcüklerin üstlendiği sessizliğin korkunç ağırlığı… O uçurum orada ve burada, geçmişte, gelecekte, bugünde… Biz ne kadar gözlerimizi kaçırsak da, o benzersiz derinlikteki bakışlarını gözlerimizden ayırmıyor. Öznesini yitirmiş cümlelerin, anlatıların suskunluğuyla, yarıda kesilmiş bütün hikayelerin, bütün hayatların ebedi suskunluğuyla bakıyor, bekliyor ve sisli sonsuzlukta, tam içimizde yürüyor.

İlerde belki bu günlere dönüp baktığımızda, ‘biz aslında faşizmi çok sevmiştik!’ diyeceğiz, yepyeni boyalarla kapatırken bir kuklanın derin yara izlerini…


 

Haberler Biyografi Kitaplar Fotoğraflar Röportajlar Köşe Yazıları   İletişim Ana Sayfa
Design by medyanomi