Köşe Yazıları

Bir duvarın dibinde III / 5.8.2016
‘’Hayatımı kurtardı.’’ Bunu birkaç kez, üçüncü tekil şahıs ve geçmiş zamanda söyledim, işitebildiğimi sanmıyorum, bir parola gibi tekrarlıyor, geceden bir çıkış kapısı arıyorum. Gerçeğin gerçek olduğu anlar vardır, sadece anlar… Çıkışsız ve bir duvarın dibi kadar anonimdirler. Hikayeler sonradan gelir, gerçeğin – gecenin, savaşın— bitimsizliğini noktalama işaretleri arasına yerleştirir. Bu hikaye de, gecenin bir kurgusu, delik deşik edildikçe esneyip büyüyen, sonsuz bir ağa dönüşen geceyi bedenlerimizle ya da sözcüklerimizle dolduruyor, böylece ona bir biçim vermeyi umuyoruz. Herhalde kağıt toplayıcısı değil, deneyimli bir polisti. ‘’Yat, yat, YAT!’’ diye bağırmış, birlikte sığındığımız duvarın dibini işaret etmişti. (Bu kadar!) Tek dostumdu o gece, ona teşekkür etmek aklımın ucundan geçmedi.

15 Temmuz gecesi, Harbiye, orduevinin önü. Az ötede, radyoda saatlerdir süren çatışma sonlanmak üzere, ‘teslim olun’’ çağrıları yapılıyor, ambulanslar keskin nişancılardan izin alıp yaralı taşıyor… F16ların geçidi başlayınca, kaldırımdaki sivilleri kıpırtısız tutan ateş çemberi gevşemiş. Bombardıman gürültüleri, sarsıntılar arasında, diplere, köşelere, ağaçlara sığınarak adım adım ‘geri çekiliyorum.’ ‘Abla, işi öğrendin!’’ diyor eğitmenim, veda cümlesi niyetine…

Duygular ya da deneyimler çok sonra, çok geç geri geliyor. Soğumuş, telveleşmiş, tanınmaz halde… Yerleşebilecekleri benlik köşesini bulamadıklarından dikenler gibi uzayıp batıyorlar. Zaman da kurtulmuş sıkışıp kaldığı duvar dibinden, koşar adım önüme geçiyor, geceyi kendi sonuna iteliyor. Sabah olmak üzere, karanlığın maskesi pul pul dökülüyor, ardında herhangi bir yüz belirmeden… Bir hayalet gibi geçiyorum geldiğim yollardan, aynı caddeler, tanıdık, bildik sokaklar, ama sanki uzayıp kısalmış, deforme olmuşlar. Onlar da beni tanımıyor gibi, taşıyamıyor bu yeni yükü, yorgunluğu… Sanki koyu, yapışkan çamurdan çekip çıkarıyorum her adımı… Kan tadı almış, kötücül bir varlığın menzilinde umutsuzca hızlanmaya çalışıyorum, tahta bacaklar üzerinde yürürcesine… Umutsuzca görünmez kılmaya çalışıyorum kendimi, seyrelen karanlıkta eriyip dağılarak, gölgelere karışarak, taşa, toprağa, lime lime olmuş geceden koparıp aldığım son bir parçaya bürünerek… Hiç tanımadığım biri bana sarılıp ölmüş gibi, bu dayanılmaz ağırlıktaki, kaskatı kucaklaşmada çok üşüyorum, bir temmuz gecesinde havsalamın alamayacağı kadar üşüyor, kim bilir kaç saattir titriyorum.
Karşı kaldırımdan seçiyor beni, koşarak yanıma geliyor. Koskocaman bir sokak köpeği, az çok bir boz ayı ebadında, renginde –herhalde Kangal kırması— çifte kalınlığındaki, siyah bir burnu var, dili dışarıda! Belli ki insana alışkın, kendi güzergahında giden bir eşlikçi, bir yoldaş arıyor. O da anlamış bu korkunç, tehdit dolu geceden tek başına çıkamayacağını… Son derece ciddi, gayretli, sahipli köpek rolü oynarken, aramızdaki kol mesafesini özenle ayarlıyor, adımlarını benim mecalsiz adımlarıma uyduruyor… Sağı solu dikkatle süzüyor, olası düşmanlara, tacizcilere kabadayılanarak gururla sahipleniyor beni… (Oysa ikimiz de bu yola, vidalarından çıkmış tabela gibi sarsılan kentteki bu gece yolculuğuna aitiz.) F16ların bir arada tuttuğu küçük, gergin topluluklar, bu saatte tek başına dolanan bir kadına pek de dayanışma ruhuyla bakmıyor. Issız yol ağızlarında iyice sokuluyorum yoldaşıma, insan kokusu almadığı yerlerde korkmama şaşırıyor. Sopalı, bayraklı, bağırıp çağıran topluluklarla karşılaştığımızda ise o bana sokuluyor. Okşanmak istemiyor, belki böyle bir gecede yersiz, sahte buluyor, belki şefkat artık acı veren bir anı… Bir an terk ediyor beni koşarak, kediler, köpekler sağa sola kaçışıyor, Cevahirin önündeki havuza atlıyor. Birkaç dakika sonra, F16lar bir kez daha patlamalarla ses hızını aştığında sırılsıklam dizlerimin dibindeyeniden buluyorum onu… Günün ilk ışıklarında, son yol ayrımında ayrılıyoruz. Çabucak, sağ kalmakta avuntu bulamayan iki yenik savaşçıgibi, vedalaşmadan… Fırtına dindiğinde yatışan denizin saldığı iki kazazede gibi, koşar adım uzaklaşıyoruz zıt yönlere, bıraktığımız yerde bulma umuduyla hayatı…

Gün çoktan doğmuş, ama kan rengi bir ufukta çengele asılı kalmış gibi. (Köprüde linçler başlamış.) Yeni bir günden çok gecenin devamı, uzantısı gibi… Daha uzak, daha soğuk bir güneşten gelen ışık ısıtmıyor, avutmuyor, kurtarılmış ya da kaybedilmiş hayatlara vaatlerde bulunmuyor.


 

Haberler Biyografi Kitaplar Fotoğraflar Röportajlar Köşe Yazıları   İletişim Ana Sayfa
Design by medyanomi