Köşe Yazıları

Gece treni / 17.7.2010
İlk cümle. Her şeyi başlatan cümle. Karanlıkta duyulan, belli belirsiz yankılanan, bir sır fısıldarcasına gelip beni bulan... Birdenbire, sanki içten gelen bir patlamayla tutuşan, suskun, sırsız gecede alevler içinde kalan sözcükler... Yanarak düşen insanların dünyasına... Teker teker sönen, küle ve kabuğa dönüşen, rüzgâra dağılan sözcükler... Yer yokmuşçasına onlara insanların gecesinde...
“Hayatta başına gelebilecek en korkunç şey, bir sevdiğinin kaybolması” demişti. “Bir yandan sağ olduğunu umarsın, beklersin, günlerce, yıllarca beklersin. Ama aslında bilirsin.”
Bir istasyon kahvesindeyiz, son treni bekliyoruz. Yağmur bir başlayıp bir kesiliyor. Tentenin altındaki bütün masalar kapılmış, peçeteyle kuruladığımız sandalyelere oturmuşuz.
(Haftalar sonra, açık pencerenin önündeyim. Geceden kalma hantal bir gölge gibi, gözlerim boşluğa, kendi geçmişime dikili. Söylenenle söylenmeyenin, olmuş bitmişle hiç bitmeyenin muğlak sınırında bekliyorum. Kabaran korkularım, telve gibi tel tel olmuş, soğumuş, acılaşmış duygularım, kül kokan parmaklarımla bir sözcük, bir sözcük daha dileniyorum suskunluğundan dünyanın. Belleğin bomboş odalarına açılan upuzun, ıssız bir koridorda durmuş, çağrılmadan girmeyi bekliyorum kendi hikâyeme. Satırları hızla silinen, eğreti, çatısız hikâyeme...)
—“Gerçek bir trajediydi ve bu trajediyi sonuna dek yaşadığım için neredeyse minnet duydum hayata. Benim için en korkunç şeyler, ‘korkunç’ diye tanımlayamadıklarımdı. Nedenini bir türlü anlamadığım kötülükler, zorbalıklar, arkadan vurmalar... Fare gibi yerler insanın ruhunu, tadına bile bakmadan. Sırf yemiş olmak için, ruhunla yapacak daha iyi bir şey bulamadıkları için... Oysa yas, bazen çözülüp dağılmaktan korur insanı, bir mumyayı bir arada tutan sargılar gibi.”
Gözlerim masaya, sanki ısrarla aradağım kendi yansımama dikili, konuştukça konuşuyorum. Neredeyse soluk bile almadan, bir karşılık, bir itiraz, bir teselli için fırsat tanımadan... Kahvenin ışıkları söndürülmüş, boş fincanları çoktandır kimse kaldırmıyor.
Bir Orta Avrupa kentinde cumartesi gecesi. Hazırlığı aylar süren festival, ‘Ayrımcılığa Karşı Müzik Festivali’, saatler önce başlamış, yağmura rağmen bütün hızıyla sürüyor. Kalabalıklar, ezgiler, bağırışlar, kahkahalar... Dört yandan gelen reggae, rock ritmleri... ‘Birer kahve daha içelim mi?’ Masayı kaplamış fincanlara, sigara paketlerine, boyunluğa ve bastona iri damlalar düşüyor.
Girişinde iki devasa saatin, yeşil kanatlı meleklerin olduğu istasyon hareketli bu gece. Taşkın, coşkulu, gürültücü gençler alanı doldurmuş. Oysa kahvede oturmuş, sessizce içenlerin hemen hepsi yalnız. Karanlıkta daha da yalnız, sır dolu görünüyorlar. Giderek daha uzun, cüretkâr bakıyorlar birbirlerine, herhangi bir beklentiden çok sitem yüklü bakışları, içten içe yansa da, kalın bir buz tabakasıyla kaplı.
Festival sürüyor, uyku tutmuyor kenti. Yağmur bir başlayıp bir kesiliyor. İki kadın bir istasyon kahvesindeyiz. “Çok sevdiğim biri vardı” diyorum, çıkarıp masaya yüreğimi koyuyorum, ‘kuşlar konuşurdu onunla.’ Bir sigara yakıyor, yüzü bir anlığına aydınlanıyor, sonra tekrar karanlığa gömülüyor. “Kız kardeşim İzmir’de kaybolduğunda daha 22 yaşındaydı.” Küllükler yağmur suyuyla doluyor, iki çırılçıplak yürek durmamacasına kanıyor.
Gece trenine birkaç dakika kalmış, o bastonuna dayanıyor, ben boyunluğumu takıyorum, hızla perona yürüyoruz. İçkili birkaç genç laf atıyor, şaşırarak yüzüne bakıyorum, kahkahalarla gülüyoruz.
Az sonra, boyunluklu kadın arkadaşını geçirip tek başına dışarı çıkacak. İki devasa saatin, taştan meleklerin arasında, yağmurun altında kıpırdamadan duracak. Bu kez ışık vuracak yüzüne ve aynı gençler suskunlaşacak. Belki yaşını, belki boyunluğunu, belki ağlamış olduğunu ilk kez fark ettiklerinden...




 

Haberler Biyografi Kitaplar Fotoğraflar Röportajlar Köşe Yazıları   İletişim Ana Sayfa
Design by medyanomi