Köşe Yazıları

Gece treni (2) / 19.7.2010

Baştan başlayalım. İlk cümle. Her şeyi başlatan cümle. Karanlıkta duyulan, belli belirsiz yankılanan, bir sır fısıldarcasına gelip beni bulan… Sanki içten gelen bir parlamayla tutuşan, sınırsız, sırsız gecede ansızın alev alan sözcükler. Alevler içinde düşen insanların dünyasına… Teker teker sessizce sönen, küle ve kabuğa dönüşen, bu dünyanın gecesinde, rüzgâra dağılan sözcükler.
“Hayatta başına gelebilecek en korkunç şey bir sevdiğinin kaybolması,” demişti. “Her gün, her an çıkıp gelmesini beklersin, her yerde ondan bir işaret ararsın. Beklersin. Ararsın. Beklersin. ’’Aslında ne başı, ne de sonu vardır bir hikâyenin… Ne yazık ki, şükür ki, hayatı hikâyelendirmeden anlatmak hemen hemen mümkün değil. Yer: Bir Orta Avrupa kenti. İstasyon. Cumartesi gecesi. ‘Ayrımcılığa Karşı Müzik Festivali’ saatlerdir sürüyor. Kişiler: Kırklarında iki kadın. Biri uzunca,zayıf, boyunluklu. Yabani, ısrarlı, umutsuz bakışları en belirgin özelliği. Diğeri uzun kıvırcık saçlı, ufak tefek ama kol ve boyun kasları dikkat çekiyor. Ateş gibi yanan gözleri, ani, amansız, coşkulu kahkahası en belirgin özellikleri. Ondört ameliyattan sonra bastonla yürüyor.
“Her kentin bir karnavalı olsa… Maskelerimizi takıp sokaklara dökülsek, hep birlikte çığlık
çığlığa dans etsek… Ölüleri çağırsak aramıza, ölü kılığında yeniden doğsak!”
Bir başlayıp bir kesilen yağmura rağmen festival bütün hızıyla sürüyor, kenti uyku tutmuyor. Taşkın kalabalıklar, bağırışlar, ezgiler, kahkahalar… İç içe geçen ritimler. Afrika davulları. Bir istasyon kahvesinde, gece trenini bekliyoruz. Tentenin altındaki yerler kapılmış, sandalyelerini peçeteyle kuruladığımız ıslak, kirli bir masaya oturmuşuz.
“Kız kardeşim kaybolduğunda daha 22 yaşındaydı. Öğrenemedim, nerede, dağda mı, nasıl… Mezarı nerede…”
“Ben bilmek istemezdim. Çünkü ancak böyle her an gidebilirim onun yanına. Yaşayanlar, bu dünyadakiler bana ‘git!’ dediğinde, gidiyor, her şeyi bağışlamışçasına geri dönüyorum. Bağışlamayı öğrenmek için gidiyorum ölülerin yanına.”
Çoktandır kimsenin el sürmediği fincanlara, masadaki öteberinin arasına gizlenmeye çalışan kemik beyazlığındaki bastonla boyunluğun üzerine iri, ağır damlalar düşüyor. Küllükler yağmur suyuyla dolup taşıyor. “Çok sevdiğim biri vardı, kuşlar konuşurdu onunla” diyorum, çıkarıp masaya yüreğimi koyuyorum. (Korkutucudur çıplak,kan içinde bir yürek, kimseden bekleyemezsin onu avuçlarına almasını.) “Uğruna yaşanacak hiçbir şey yok mu bu dünyada?” diye yazmıştı kız kardeşim son mektubunda. “Yoksa ben mi bulamadım?”
Baştan başlayalım. İlk cümle. “Ben ayrımcılığı bilirim. Kürdüm, Kızılbaşım, kadınım. Engelliyim.’’ Sanki bir maşayı uzatıp ateşin içinden alıyor sözcüklerini, gecede alev alev yanmaya, küle ve kabuğa dönüşmeye bırakıyor.
“Göçmensin üstelik,” diye ekliyorum, neredeyse acımasızca. Böylesine yalın, kesin ve tam, sonsuzca anlamlı sözcükleri ironiye sığınmadan söyleyemem. “Ben de… kadınım. Yoksulum, yalnızım, yorgunum, yazarım… Biraz göçmen, biraz engelli sayılırım. (Sözcüklerden beceriksizce bir çelenk yapmaya çalışıyorum, kendim için değil, sanırım onun için… Belki yağmurun altında, bizden bile uzaklarda kendi başlarına atmaya devam eden iki yorgun yürek için. Durmamacasına atan, yalnızca hayat adına yaralarını, umutlarını onaran…) “Ama en kötüsü kadın olmak, değil mi? ’’ İlk kez gülüyoruz. Vahşi, coşkulu, taşkın kahkahalar…
Gece trenine birkaç dakika kalmış, bastonuna dayanıyor, hızla perona yürüyoruz. Birkaç genç laf atıyor, şaşırıyor, şaşkınlığımıza gülüyoruz. Az sonra, boyunluklu kadın arkadaşını geçirip tek başına dışarı çıkacak, iri, ağır damlaların altında kıpırdamadan duracak. Bu kez ışık vuracak yüzüne, aynı gençler suskunlaşacak. Ağlamış olduğunu fark edecekler…
“Ben Maraş katliamından sağ çıktım,”
demişti o gece. Belki de buydu ilk cümle, başı ve sonu olmayan, aslında bir hikâye bile olmayan bu hikâyeyi başlatan cümle.


 

Haberler Biyografi Kitaplar Fotoğraflar Röportajlar Köşe Yazıları   İletişim Ana Sayfa
Design by medyanomi