Köşe Yazıları

Sona doğru / 21.8.2010
Kendi kolunu kırdığı gecenin sabahı, her şey aniden, öylesine şiddetle altüst oldu ki, Peppino artık çıkıp gitme fırsatını kaçırdığını, olup bitenleri izlemekten başka çaresi kalmadığını anladı. Yeni bir ekip gelmişti. Kimi siyasi polisten,
kimi kıraç topraklardan getirilmiş, özel eğitimden geçirilmiş sorgucularla birlikte gözbağları, kan ve çığlıklar da geldi. Kızılderililer birer ikişer, bazen üçer üçer götürülüyor, saatler sonra bir başına, çıplak, kolları bacakları tutmaz halde geri getiriliyorlardı. Çığlıklar, yalnızca Beyaz Saray’ı değil, sanki koca bir şehri kaplıyordu. Yükseldikçe yükselen, uğuldayan, çınlayan, her yerde, her şeyden yankılanan çığlıklarla birlikte sanki taştan duvarlar da çepeçevre sarsılıyor, bağırıyor, çırpınıyor, kıvranıyordu.
O sabah komiser kolunu şöyle bir çekiştirdiğinde, sabuna basıp düştüğünü söylemişti. “Bundan böyle, aşağıda, Kızılderililerin yanında yiyeceksin ne yiyeceksen... Ne mal olduğunu görsünler.” Böylece Peppino gerçekten açlık grevine başlamış oldu, muhbirlik görevinden de azat edilmişti.
Açlığı tanımasına tanırdı, ama hiçbir şey yememenin günde bir kez yemekten çok farklı olduğunu yeni öğreniyordu. Midesini demir bir pençe gibi kavrayan açlık hissi çabucak terk etti onu. Gün boyu uzanıyor, bir cinsel fantezi kurarcasına yağlı tavuklar, salçalı biftekler düşlüyordu. Çocukluğunun o tatsız tuzsuz kasava kökünü bile özlüyordu. Giderek güçten düşüyordu, ama onu asıl çıldırtan susuzluktu.
Açlığın etkisiyle dayanılmaz hale gelen susuzluk bazen cinayet işleyecek kadar öfkelendiriyordu Peppino’yu. Bir bardak kötü kokulu, ılık su için ruhunu şeytana satmaya hazırdı. Ama Merkez Karakolu’nda şeytan yoktu ki! Yalnızca insanlar vardı ve onlarda Peppino’nun ruhuna bir bardak su bile vermezlerdi.
“Bir avukatla görüşmek istiyorum,” diye bildirmişti komisere. Telefon izni kopardığında Lusi’yi aramış, hayatında ilk kez birine ‘gözaltındayım, ama iyiyim’ demişti. Çıktığında onu aramasına izin vermesini istemişti. Elbet suçluydu, kadını işinden etmişti ama keşke o da, Peppino’yu ortada bırakmasaydı... Telefonu kapağında yüzünde beliren zafer ifadesi olmasa, komiser onun bütünüyle kafayı yediğine inanırdı. Gene de uyarmadan edemedi: “Sen iştahlı bir adamsın. Hayata bağlısın. Onlar hep aç yaşadılar.”
Nezarettekiler, benizleri solgun, gözleri çukura kaçmış, artık hemen hiç konuşmuyorlardı. Bazen Yuma’nın sesi duyuluyordu: “Dayanın arkadaşlar, az kaldı. Bizi mahkemeye çıkarmak zorundalar.” (Portekizcesi ya ilk gün sandığı
kadar şivesiz değildi, ya da değişmişti) Dış dünyaya kapanmış gözleri tavana dikili, sessizce bekliyordu Kızılderililer, sanki bir kişiymişçesine davranıyor, tekleşmişçesine acı çekiyor, susuyor, ölüyorlardı. Sonra çığlıklar başlıyor, kendini hiç olmadığı kadar yalnız, umutsuz hissediyordu Peppino. Sanki son hücresine dek ayrışıp dağılıyor, ses ve sessizlik patlamaları arasında bir biçimde bütünleşmeyi, yeniden tekleşmeyi başarıyordu. Çok koyu, neredeyse acı verecek derecede yoğun bir arzuyla yaşamak, ya da ölmek
ya da her ikisini de aynı anda istiyordu.
Bebito, diğerlerinden biraz daha uzun, daha kara tenliydi, üç saç örgüsü, dört çocuğu vardı, marangozdu. Bir sabah sorguya gitti, gece olduğunda dönmemişti. ‘Belki hâlâ canlıdır’ dediğinde Peppino, kimden geldiğini çıkaramadığı yanıtla sarsıldı. “O şimdi bile senden daha canlı, ama artık yaşamıyor.”
Kızılderililer yarım bir çember çizip omuz omuza durdular, kolyelerinde gizledikleri boruları üfleyerek, el çırparak ilahilerini söylediler. Kendi diline çevirmeden, sanki anlar gibi oldu ağıtlardan birini Peppino.
“Bir yerlerde ay doğuyor ve gözleri yumuyor. Yükselen ırmak kanla dolu. Sular altında kalıyor soluk alan ne varsa. Yırtık giysilerinden sıyrılmış yürüyor, bir bulut, bir fırtına gibi geçiyor. Yüzü insan, gövdesi bir ağaç, kanatları kuşlar... Gelip geçiyor, bitiyor güzel olan ne varsa. Ay uzaklarda bir yerde gözlerini yumuyor. Karanlıkta bekleyeceğiz, gün doğarken geri geleceğiz.”
Ertesi sabah, kızarmış tavuk kokularıyla kaplanan nezarethaneye on kadar adam dalıp da “Domuz gibi davrananlara domuz gibi davranılır. İspanyol Fatihler, Kızılderilileri mangalda pişirirdi,” dediklerinde, Peppino her şeyi unuttu. Açlığını, kolunu, susuzluğunu, yalnızlığını unuttu, adamlara saldırdı. Saatler sonra kendine geldiğinde, sızlayan gövdesinde, kolundaki önemsiz kırıktan çok daha ağır hasarlar oluştuğunu, neredeyse kıpırdamayacak denli yaralandığını anladı.
(Sürecek)


 

Haberler Biyografi Kitaplar Fotoğraflar Röportajlar Köşe Yazıları   İletişim Ana Sayfa
Design by medyanomi