Köşe Yazıları

Olduğumuz şey / 6.8.2011

Bıkkınlık, yorgunluk, boşunalık hissi... Rilke’nin dizeleriyle söze girmemi giderek güçleştiren, gülünçleştiren bir söylemler, söylevler kuşatması... Yazıyı bir anlama, anlamlandırma çabası olmaktan çıkaran, eril bir iktidar alanına dönüştüren şablonlar sultası. Tespitler, buyurmalar, alaylar, aşağılamalar... Hor görü, kışkırtma, haddini bildirme zanaati. Özdeşleştiği iktidarın gücüyle esrik, yargılayan, suçlayan, terör estiren bir dil. Külyutmazlık, cesaret yaftalarını kapmış gövde gösterileri, onaylanmış yollardan dışa vurulan zalimlik, devasa bir kurban ayini. İnsanı sözcüklerinden, sözcükleri gerçekliklerinden koparan bir dil. İnsan demeyi giderek güçleştiren... İnsan, vicdan, hakikat... İletişim kisvesine bürünüp iletişimin hala mümkün yollarını yok eden bir dil.

Bu dilin suskunluğunda, on binlerce ölüm, faili meçhul, gömülü yatıyor. Bu dilin naraları, bugün, şu an atılan çığlıkları bastırıyor. Bu dilin şablonları duvarlar örüyor görünürle görünmezin sınırlarında, demir parmaklıklarla perçinliyor, ardında bıraktıkları sessizce görünmeze karışsın diye... Dövenle dövülene eşit mesafede durmayı nesnellik sayan bu dilin kör noktalarında birileri ölümüne coplanıyor, gazlanıyor. Şiddet karşıtlığını tekeline almış bu dil, bir gösteriye katılmaya biçilen on dört yıllık cezayı şiddetten saymıyor, propaganda diye nitelendiriyor. Bu dilin belleği çoktan silmiş panzerlere bağlanıp sürüklenenleri, dışkı yedirilenleri... Geçti artık bunlar, diye buyuruyor, trajedileri zamanaşımına uğratıyor. Oysa kayıplar sanki daha dün kayboldular, sonsuza dek kayboldular. Bu dil, güvenli bir mesafede durmuş, kendini yakanları soğukkanlı bir küçümsemeyle çözümlüyor.

Son haftalarda haberler, yazılar, yorumlar, yorumlar üstüne yorumlar arasında dolanıyorum. Sanırım boş yere arıyorum herhangi bir duygusal derinliği... (Siyaset arenasında duyguların işi ne!) Siyasetin rakiplerini (düşmanlarını) türlü türlü tehditle, hesapla saf dışı etmek sayıldığı bir ortamda yok elbet. Militarist ruh her cümleye sinmişken, ‘askeri vesayetten’ kurtulduğumuza, demokrasinin sıfır noktasına ulaştığımıza sevinmemiz yeterli. Her zihniyetin kendi silahlı gücünü yaratacağı gibi cümleleri ertelememiz... Evrensel haklardan, eşitlikten, özgürlükten filan söz etmek, siyasetten anlamayan safdillere kalıyor. Ama bazen, tek bir sözcükle kendini ele veren iktidar arzusu kalemimi donduruyor. Kürtlere uygulanan ayrımcılığa karşı çıkan bir yazıda, kadınları aşağılayan bir tamlama gibi. (Biz kadınlar, size ‘ebediyeti kahreden’, adam akıllı siyaset yapmanıza çomak sokan kadınlar!) ‘Kürtler’ diye başlayan, beyinsizliğe kadar varan imalarla biten cümleler kanımı donduruyor. “Anadilde eğitim evrensel bir haktır” gibi yalın bir cümle, beş yılla yargılanabilecek bir cümle, yazanın akıl sağlığı hakkında kuşkular uyandırıyor olmalı. (Üstelik kafası siyasete basmayan biri bu cümleyi daha kaç kişinin söylediğinin, üç mü, üç milyon mu, farkında bile değildir.) Daha ne kadar ‘saflık’ gerekiyor bize, yüzyılların kanıyla biçimlenmiş kavramları dillendirmek, siyasetin bu kavramların içini doldurmak olduğuna inandırabilmek için? Kendin için hak bildiğini, başkaları için de iste, diyebilmek için... Kendi koşullarında barış istemek, barış istemek değildir, diye yazmışım on yıl önce. Kalıcı bir barış, adil bir barıştır her şeyden önce. Aynı saflıkla devam edeyim. Şiddet çarkını çevirenin devlet (en soyut anlamıyla da, bu coğrafya özelinde de) olduğunu yineliyor, attığı adımların bu çarkı döndürmekten çok hızlandırdığını düşünüyorum. Sanırım bu çarkı durdurmanın çevirmekten çok daha güç olduğunu görebilmek için siyaset bilimci olmak gerekmiyor. Silahlar hınç veya korkudan bırakılmazlar, der Nietzsche. Hınç, korku, güvensizlik, nefrete dönüşen yas ya da suçluluk, intikam ya da adalet, güç ya da gelecek arayışı... Süregiden savaş durumunun bedelini hepimiz farklı biçimlerde, ölçeklerde ödüyoruz, 12 Eylül’ün bedelini hala ödediğimiz gibi. Ama hakkaniyet gibi bir kaygımız varsa, barış adına konuşmayı bu bedeli en ağır biçimlerde ödemiş ve hala ödeyenlere bırakmalıyız. Ölüm, işkence, hapis, aşağılanma, sürgün gibi travmaları toplu halde yaşamış insanlara... Uzlaşma adına gerçek bir adım atmak istiyorsak, toplu mezarlarla ağırlaşmış bir toprakta yaşadığımız gerçeğiyle yüzleşmek zorundayız. Yüzleşmek üstlenmekten öte bir şeydir. Kurbanların gözlerinin içine bakıp ‘Sizce adalet nedir?’ diye sormaktır.

Bugün geldiğimiz noktada, en yüzeysel yüzleşmeden bile çok uzaktayız. 90’lı yıllar tehdidi, söylemde kalsa bile, suçluluktan muaf olduğumuzu gösteriyor. Tam tersine, yansıtma ve aklama dönemine giriyoruz, aslında meşruluğu bile sorgulanmamış şiddetin aklanması. Bu süreç cadı avlarıyla, linç girişimleriyle, gözaltı furyaları, ağırlaşan cezalar, cop ve biber gazıyla olduğu kadar uzlaşma söylemleri, ‘tavizler’, babacan tavırlar, susturulanlar kadar sahiplenilenler ile sürebilir. Neredeyse bütün bir gece tereddüt etmiştim ‘faşizm’ sözcüğünü kullanmadan önce... Bir hafta geçmeden Aynur susturuldu ve yeterince kaale almadığımız ‘Zeytinburnu geceleri’ yaşandı. BDP’lilerin terörle mücadeleden tutuklanıp onlara saldıran çoğunluğun adli vaka sayılması... ‘Zorbalar değişse de, zorbalık aynı’ der 19. yy.’da yazılmış bir kitap. Bugün bizimle ilgisi ne? Aklıma geldi sadece.

Son söz: Kendimizi göstermek için değil, kendimiz olmak için yazarız. Adlandırdığımız, dönüştüğümüz, olduğumuz şeye yenik düşmemek adına yazmaya devam ederız.


 

Haberler Biyografi Kitaplar Fotoğraflar Röportajlar Köşe Yazıları   İletişim Ana Sayfa
Design by medyanomi