Köşe Yazıları

Sözün mucizesi / 2.9.2011
Bir ölüm haberi daha. Öylesine uzun yas tutmuşum ki,derinden, sessizce, gerçekliğini unutmuşum ölümün. Cenazene bile katılamadım. Bir melek görmüştün bende, bir de puma, yanan bir orman... Yırtıcı bir melekti o, yaralı olansa pumaydı. Hala dolanıyorum yitirilmiş ormanın suskunluğunda... Boş yere aradım belleğin ıssız odalarında bir zamanlar yazdığım veda mektubunu... Bu da bir veda mektubu yerine geçsin, bir virgülle yarıda kesilsin.*

Hayatında bir kez, tek bir kez duymuş olsaydın o susuzluğu boğazında, bir soluğa duyulan susuzluğu, yerinden fırlamaya çalışırken bacaklarının dağılıp çözüldüğünü hissetseydin, cam kırıkları gibi saçıp bedenini kaldırıma, gene de bağırmak isteseydin “Dur!” diye... Aramış olsaydın o mucizevi çağrıyı,bir ölüyü geri getirebilecek, o zaman anlardın beni. Anlardın bütün bu kağıtları...

Gece yarısının ıssızlığında, büyük, beyaz kağıtların başına oturmuşum. Bu sessiz saatte, hayatın kapılarının ardına dek açıldığını duyuyorum, sonra hemen kapandıklarını... Sürekli çarptıklarını... “Çok geç!” diye çarpıyor kapılar, ya da “Çok erken!”

Her yol daha uzun yaşamdan.Yollar yolları izler, duvarlar duvarları... Ölümler ölümleri, sımsıkı yumulan gözler acıyla açılanları... Gölgeler gibi sürükleniriz günden geceye, geceden güne, konaklayabileceğimiz düşlerin peşinde... Bense burada, gecede kalakalmışım. Yazıyorum. İçimdeki o hiçbir zaman çekip gitmeyecek, yok edilemeyecek olana inancımı koruyabilmek için yazıyorum. Duvarlar örüyorum sözcüklerden, hayatın gediklerini kapasın diye. Ama artık dünyanın karanlığını ayırt edemiyorum taşınkinden.

Beyaz, soğuk, sağır tavan bana bakıyor, suskunluğuyla anlatıyor anlatılabilecek her şeyi. Hani bazı anlar vardır, birdenbire korkunç bir sessizlik bastırır, sanki devrilen bir ağaç yere çarpmak üzeredir. İşte şimdi öyle bir an. Dünya soluğunu tutmuş beklemekte... Belki o da gözlerini açmış ve dehşet içinde donakalmıştır, bir aynaya bakmışçasına... İşte biz bu korkunç suskunluktan çıkıp geldik ve bu suskunluğa döneceğiz. Sessizlik sandığımız, ölülerin nabız atışları. Avuç avuç sözcük atıyorum sessizliğe, her biri bir yol, bir ağıt, bir ayna.

Bu son saat, rüzgarın ve ölülerin saati... Geriye doğru akıyor ırmak, getiriyor bugüne dek yaşamış herkesi, yaşayanla, yaşayacak olanla yan yana bırakıyor, sıkıştırıyor hepimizi ıssızlığına bir anın... Keşke konuşabilecek denli yakın dursaydık birbirimize... O zaman sorabilirdim: Beni yaşama götüren yol nerede? Böyle bir yol olmalı ama, yaşamdan buraya geldiğime göre...

Sözcükler teker teker devriliyor beyaz çölde, susuzluğa yenik düşmüş, ölüyorlar, ölümü yadsıyabilmek için. Artık insanın karanlığı ayırt edilemiyor toprağınkinden, parmaklarım durmamacasına yoğuruyor çamuru ve gölgeyi, harflerin kanı saydamlaşıyor, kendi korkunç suretim beliriyor kağıtta. Hangi çağrı durdurur beni, seni, onu uzaklaştırır açık pencereden?

Dur! Git, yat ve uyu! Uyu ve uyan! Güneş nasılsa doğacak, her zaman doğar idam mangası dakikliğiyle. Renkler belirecek nesnelerin üzerinde, ama yüzün beyaz, gene beyaz kalacak. Kuşlarla birlikte çocukluğun uyanacak. Bir yanıt gibi gelip bulacak ışık seni. Geniş, taze bir soluk dolacak içine. Yüzün gün ışığını alıkoyduğunda bu mektubu yırtacak, o soluğun dünyanın ta kendisi olduğunu anlayacaksın. Sözcükler birer adım yalnızca, birer göz, o kadar. Sense yaşama giden yolu kendiliğinden bulacaksın, bir körün evinin yolunu bulması gibi, ağır ağır, el yordamıyla, alışkanlıkla... Hepsinden çok alışkanlıkla.

Git, yat ve uyu! Uyu ve uyan, dostum! Sözün mucizesi bir türlü söylenemeyişindedir.

(“Hayatın Sessizliğinde” adlı kitabımdan kısaltarak alıntıladım.)





 

Haberler Biyografi Kitaplar Fotoğraflar Röportajlar Köşe Yazıları   İletişim Ana Sayfa
Design by medyanomi