Köşe Yazıları

Kürt sorunu, Türk çözümsüzlüğü / 26.8.2011
Teker teker cesetleri çevirir kendi çocuğunu arayan, bir ağıtla kapatır gözlerini. İçimize, en içimize sızar o ağıt, akar hayatın sessizliğinde... O ağıttır paslı suskunluğumuz yıldızlara bakarken, ya da mezarlıklarda sevdiklerimizi ararken... Denize su dökerken, boğulanlar içsin diye... (“Hayatın Sessizliğinde.”)

Savaş zamanı yazmak... Kana bulanmış, can çekişen sözcükler arasında. Geçen perşembe, elimde kağıtlarım, internet kafeye koştururken gördüm manşetleri. “Barış öldü!” diyordu, beni en çok vuranı... (Doğamayan her şey ölmek ister.) İnsanın dibini göremediği bir uçurum savaş, derinliklerinde kendi yüzünün yansımasını bulamayacağı, bulsa da tanıyamayacağı... Gene de, en diplerden bile sesleniyor insan, işitilsin, işitilmesin... Belki sadece metruk bir sözcük, ölümün çıkıp geldiği kırlar kadar ıpıssız, belki bir çığlık, karanlıkta yankılanan, kendi yolunu açan: Barış. Hemen şimdi.

Başlığını bugün koyduğum yazımı daracık pencerelerle, bir aynaya dönüşmesini umduğum pencerelerle sürdüreceğim. Alıntılarla söze girmiştim. Sartre, Fanon, Hannah Arendt. “Bir Siyah sorunu değil, yalnızca bir Beyaz sorunu vardır.” Ezenin bakışının nesnesi olarak Siyah. Neyin görüleceğini bilen, seçen, denetleyen Beyaz. Siyahi işçilerin simgesine dönüşen grev pankartı: “Ben bir insanım.” Nazizm dehşetini yaşamış Arendt’ten son alıntım: “Eğer bir kişi Yahudi olarak hücuma uğrarsa, kendini bir Yahudi olarak savunmalıdır.” (Bir birey ya da insanlığın bir üyesi olarak kabul edilmek —mümkün olsaydı bile— yeterli olmazdı, diye yazmıştım. Ne için reddedildiyse, onunla birlikte kabul edilmek ister insan.)

Kamusal alanda en güçsüz, görünmez bırakılanların, kendilerini susturanlara ‘en görünür’ kılınmaları, bir bakışın nesnesi, görünümler alanını, yani aslında gerçekliği denetimi altında tutan bir öznenin tanımına sığdıkları sürece ‘var edilmeleri’... “Kürt sorunu’na bir de bu bağlamda bakarsak, bu tamlamanın üretilmesi bile Kürtlerin kendi kimlikleriyle var olabilme, bu kimliğin içinde kendileriyle buluşabilmede ne denli özgür olduğunu sorguluyor. Onları, çözülmesi gereken bir ‘sorun’un hem öznesi, hem nesnesi kılarak, kendi gerçek deneyimlerinden soyutladığı gibi, çift yönlü bir denklemin içinde ‘sorun olarak Kürtlere’ dönüştürüyor. Sanki gözleri örülmüş, taştan bir maske gibi kapanıyor ‘sorun’ sözcüğü kayıpların, toplu mezarların, hapishanelerin üzerine... Gasp edilen hakları yokmuş gibi gösteriyor, eşitsizliği haklı çıkarıp şiddeti toplumsallaştırıyor. Baskı ve zulme direnenler, yani sürekli sorun çıkaranlar, kendilerine uygulanmış, uygulanacak tahakküm ve şiddetin sorumlusu ilan ediliyor. “Onlar bizi zorla zor kullanmaya yöneltiyor.” (Basından)

Bugün geldiğimiz çözümsüzlük noktasında, kullanıma sürülmüş ‘Kürt’ imgesine bakmak, düğümlerden birinin nasıl atıldığına işaret edebilir. Yanıtlar için değilse bile, en azından soruları, sorunları adlandırabilmek için. Çelişkilerin etrafından dolanarak değil de, içinden geçerek çözüm üretilebileceğine inanıyorsak, Sisiphosvari bir çabayla kavramları sorgulamak zorundayız. Özellikle de kendimizden başka herkese hararetle tavsiye ettiklerimizi, demokrasi gibi. (Müslümanların ‘adalet’, liberallerin ‘özgürlük’, sosyalistlerin ‘eşitlik’, basının ‘gerçeklik’ ile hemhal olma zorunluluğu!) Kısacık bir liste (çoğu kez BDP’liler, bazen ayrım gözetmeden Kürtler kastediliyor): yaratık, canavar, çapulcu, namussuzlar, küçük beyinliler, şalvarlı denyolar, kangren olmuş uzuvlar, düzeysiz, ilkel, çapsız, küstah, mağdur edebiyatı yapan, düğmesine basılınca ezberindekileri haykıran, ultra milliyetçi... Horgörü, aşağılama, onaylanmış yollardan dışarı vurulan şiddet, yok etme arzusu. Önyargılardan, yansıtmalardan oluşan korkunç bir maskenin çıplak insan yüzüne örtülmesi... Sakın yüzüne bakma, der eski bir Yunan mitosu, sadece kalkanındaki yansımasına bak ki, onu öldürebilesin.







 

Haberler Biyografi Kitaplar Fotoğraflar Röportajlar Köşe Yazıları   İletişim Ana Sayfa
Design by medyanomi