Röportajlar

 

  “BEN PARMAKLARIMI HEP YAKIYORUM” / Irmak ZİLELİ / 1.7.2009
  Aslı Erdoğan için, yazmak, “korları eşelemek” demek. Kimileri var ki, korları eşelerken parmaklarını yakmamayı başarıyor. Onlar, acılara birer “hikâye” gözüyle bakanlar. Aslı Erdoğan ise, kendi hikâyesini, bizimkiyle harmanlayarak aktarıyor. Ortaya çıkan, bizim hikâyemiz oluyor böylece. Yeni kitabı “Taş Bina ve Diğerleri” de korları eşeleme çabasının bir ürünü. Hepimizin kendimize ait “Taş Bina”ları olduğunu hatırlatıyor yazar. Ve ilk adımı atmamız, binanın “köşesinde bucağında” dolanmamız için cesaret veriyor…

“Bir denemenizde, yazmak için, ‘gerçeğin özüne dokunmak’, ‘maskeleri düşürmek’ tanımlarını kullanıyorsunuz. Yaşama sanatının ise gerçekle hesaplaşmaktansa ona alışmak, yalanlarla yetinmek olduğunu söylüyorsunuz. Yazmak ve yaşamak arasında bir karşıtlık var mı?”

“Bir itirafla başlayayım, ben çelişkilerle dolu bir yazarım. Eminim o cümleleri bir tür ironiyle söylediğim yerler de bulabilirim. Yazmak ve yaşamak karşıtlığına aslında en çok ‘Kırmızı Pelerinli Kent’te girdim. Yazmak, yaşamanın, daha doğrusu sağ kalmanın bir yolu gibiydi kitabın en başında. Bir tür kaçış ya da arınma. Hatta yüzleşme bile bazen sağ kalmanın bir yöntemi olabilir. Ama roman kahramanı Özgür için bir noktada bu denetimden çıktı. Yazı, hayatın yerini aldı. Benim de Aslı Erdoğan olarak zaman zaman yaşadığım bir açmaz. Özellikle kendi hayatıyla yüzleşen biri için bir süre sonra deneyim değil, anlatılmış hikâyeler kalıyor geride. O da bir yanıyla gerçeğin özüne dokunma çabası, ki bu bence mümkün değildir, soğan kabuğu gibidir, çekirdeği yoktur; bir yanıyla da yepyeni bir hikâye, yeni bir kurgu koymuş oluyorsunuz, en, en gerçeği yazmaya kalkmış olduğunuz anda bile.”

“Deneyim olmaktan çıkıyor dediniz, anlatıldığı zaman…”


Şöyle diyeyim, yazarın kendi kişisel deneyimi olmaktan çıkıyor, başkalarıyla paylaşılan ve paylaşıldığı sırada da boyut değiştiren bir deneyim oluyor. Yazının ayrı bir gerçekliği oluşuyor. Zaten sözcükler ile bedenin deneyimi arasında bir uçurum var. Bu uçurumu kapatmaya kalkışıyorsunuz ama sanki yerine daha gösterişli, görkemli bir köprü kuruyorsunuz. Ama o uçurum hiçbir zaman kapanmıyor. Demin alıntıladığınız cümleler belki köşe yazılarımdan olabilir, çünkü o zaman daha didaktik bir Aslı Erdoğan vardı. O yıllarda da sanıyorum tepkiliydim. Toplumun gerçekle yüzleşmeme haline tepkiliydim. Köşe yazısında bunu yapmak bence doğruydu. Edebiyatın daha da derinlerine gittiğinizde insana soruyorlar; gerçeğin özü nedir? O zaman da o kadar kolay yanıtlayamıyorsunuz.”

“Köşe yazılarınızı denemeler olarak kitaplaştırdınız. Köşe yazılarınızın bildik köşeyazılarından ayrıştığı ve gerçekten de birer deneme olarak ortaya çıktığı söylenmeli sanıyorum. Öyküleriniz ile denemeleriniz ise benzeşiyor. Aralarında yapısal bir fark görülmüyor…”

“Aslında benim yazdıklarımı net biçimde sınıflandırmak pek kolay değil.
Öykü mü, şiirsel düzyazı mı? Metin sözcüğü çok soğuk ve hiçbir şey ifade etmiyor artık, onun da cılkı çıkmış. Tam roman da değil. Şiirsel düzyazı metinlerinden oluşan novella diyebiliriz belki. Köşe yazılarında da buna benzer metinler üretiyordum. Tek farkı, zaman kısıtlıydı, ülkemizde bugün yaşanan insan trajedisine girmekle yükümlü sayıyordum kendimi. Bir şekilde sesi duyulamayanın sesi olmak… Böyle bir yükümlülük gerçekten var mıydı, ben mi kendime yakıştırdım, buna hakkım var mıydı, onu da bilmiyorum. Sadece bunu üstlendim. Bazen yüzüme gözüme bulaştırdım, bazen de çok mutlu olduğumu söyleyebilirim. Sonuçta ‘Taş Bina’ya baktığımızda, buradaki üç öykü köşe yazılarından doğdu.”

“Bir röportajınızda, ‘Taş Bina ve Diğerleri’nde çıplak olan işkenceyi anlatmak istedim diyorsunuz. İşkence temasını ilk kez işlemiyorsunuz. Bu kitabın farkı nedir?”

“Doğru, şöyle kabaca geriye baktığımda haklı olduğunuzu görüyorum. ‘Kabuk Adam’da vardı işkence görmüş bir adam. Ki belki ‘Taş Bina’daki A.’nın prototipiydi. Saflığıyla, çözülemezliğiyle, çirkinliğiyle, istenmeyen adam olmasıyla. Ve bilge yanıyla. ‘Mucizevi Mandarin’de neredeyse yok bu tema. İronik olarak geçiyor bir yerde. Ama yara teması kör gözün parmağına var orada da. ‘Kırmızı Pelerinli Kent’te ufak bir sahne vardır. Köşe yazılarında ise, evet oldukça sık girdiğim bir tema. ‘Taş Bina’nın ilk üç öyküsüne bakarsak işkence temasına epeyce mesafeliyiz. Zaten hiçbir zaman böyle ağır travmaların bire bir anlatılabileceğine inanmadım. Onları çok ağır kılan o anlatılamaz olan yandır. Köşe yazılarında tecavüze ve işkenceye girmek zorunda kaldığımda gerçek insanların, roman kahramanı değil, yaşayan ya da ölmüş insanların acılarını anlattığımda, gerçekten çok zorlanıyordum. Çok düşünüyordum. Böylesine travmaların anlatımı hem yapmayı denediğim, hem de bir şekilde mümkün olmadığını gördüğüm bir şey. Ama mecburdum ve bunu edebiyatın sınırlarına çekebilmek için çok düşündüm. Okurun bu tür temalara ilişkin tavrı, ‘biz bunları zaten biliyoruz’, olabiliyor. Dinlemek istememek gibi bir tepki verebiliyorlar. Tam da bu noktada, bu kaçışı engellemek için, ‘belki bilmediğiniz pek çok kör noktası var bunun, oralara girelim’ dedim. Edebiyatta işkence nasıl anlatıldı diye baktım biraz, dünya edebiyatına da baktım. Kurbanın işkencecisiyle karşılaşması teması çok işlenmiş. Ve ben bunu bir katarsis gibi görüyorum. İnsanın işkencecisini bağışlamasının çok da zor bir şey olmadığını düşünüyorum. Kendi içindeki katille yüzleşmesinin de o kadar zor olmadığını… Ama bir şey var, o daha zor, özellikle bu toplumda, insanın kendi içindeki kurbanla yüzleşmesi. Mağdur sözcüğünü kabul ediyoruz ama kurbanı etmiyoruz. Hepimiz bir şekilde kurbanız ve neden bundan bu kadar nefret ediyoruz, kurbanlık durumundan? Taş Bina’nın daha önce girmediğim yerlerine girdiğimi düşünüyorum, bunu denedim en azından. Ama ‘Taş Bina’yı yalnızca bir işkence öyküsü gibi de tanımlandırmak istemem. ‘Taş Bina’ başka pek çok şeyin metaforu; yazının, hayatın, insanı sıkıştıran ve de koruyan her tür duvarın, yalnızlığın ve de parçalanmışlığın…”

“Acıyı anlatmanın kolay olmadığını söylediniz.Peki anlatmak acıyı sıradanlaştırır mı sizce?”

“Bu sorunuz bana hikâyemdeki Filiz’i hatırlattı. Filiz acısını kutsal bir yere koymak istiyor. Onun için de en katlanamadığı şey, kendisine hiç benzemeyen bir kadının; son derece güzel, kadınsı, alımlı, politikayla hiç ilgisi olmayan bir kadının, aynı travmadan geçmiş olmasıydı. İnsanların kendi travmalarıyla baş etme biçimlerini yargılamamayı öğrendim. Sıradanlaştırmak istemiyorlarsa kendi bilecekleri bir şey, her önlerine gelene anlatmak istiyorlarsa o da kendi bilecekleri bir şey. Her iki yöntemde de bir tür yüzleşememe var. Belki edebiyatçı olarak bu yüzleşememe üzerinden bakabiliriz. Nedir görmek istemediğimiz? Neden kutsal bir acı olması gerekiyor acının acı olabilmesi için? Neden anlamlı bir bütüne oturması gerekiyor? Tam da bu noktada ‘Taş Bina’ farklı. Çünkü ‘Taş Bina’ diyor ki, hayır buradan anlamlı bir bütün çıkarılamıyor. Burada bir parçalanmışlık var ve asıl söz konusu olan bu. Burada katlanamadığımız anlamsızlığı. Aslında biraz gözümüzü açıp bakarsak işkence anlamsız, çirkin ve lüzumsuz bir şey. Kübalı bir yazarda okumuştum, yıllarca intikam almak için işkencecisini arayan bir adamı anlatıyordu. Ve onunla karşılaştığında o artık kör bir adamdır ve işkence gören, işkencecisini karşıdan karşıya geçirir. Anlamsızlık dediğim böyle bir anlamsızlık, boşunalık değil. Artık işkenceci ile işkence gören o odada kaldılar. Şimdi kör zavallı bir adam yanındaki. O noktada adalet duygusunu tatmin eden bir şey yok. Belki biraz buraları da deşmek istedim. Elbetteki işkenceyi korkunç bir suç gibi gördüğüm gerçeğiyle de çelişmiyor bu. Acıyı kutsallaştırmak çok insani bir tavır. Ama ‘Taş Bina’da en kutsal ile en çirkin, en dünyevi ve en kaba yan yana getirilir. Tam da yapmak istediğim buydu belki. Yan yana bir süre soluk almalarını denemek.”

“‘Taş Bina’da diyorsunuz ki, ‘Öykü anlatma sanatı korları eşeleme sanatı değil midir bir yanıyla parmaklarını yakmadan?’ Sizin tüm metinlerinizde korları eşeleme çabası görülüyor.”


“Evet ama ben parmaklarımı hep yakıyorum. Bu cümle biraz ironik bir cümle aslında. Bir bar var, karşısında ise kahve. Bu bardaki müşterilerin çoğu anlıyoruz ki sanat dünyasının üst gelir grubuna mensup insanlar. Karşıdaki hayatlar ise anlatılabilecek birer öykü. Onlar o hayatları anlattıklarında parmaklarını çok da fazla yakmayacaklar. Bunu demeye çalıştım. Ben, kahve ile bar arasında kahveye biraz daha yakınım. Ama gönlüm kimden yana? A.’dan. O kahveye bile alınmayan, sokaklarda uyuyan adamdan yana.”

“Bir söyleşinizde bu kitabınız için ‘anonim bir sese ulaşma çabası var’ diyorsunuz. ‘Kabuk Adam’ romanınızda anlatıcı kadının ağzından söylediğiniz bir şey var: ‘Ben hep kendi öykümü anlatırım.’ Son kitabınızdaki anonimleşme çabası ile bu cümle çelişiyor mu?”

“‘Kabuk Adam’daki o cümle de ironik, çünkü en kolayı diyordu kadın. Tam tersini düşünüyorum. İnsanın kendi hikâyesini anlatması bence en zoru.

Büyük bir yüzleşme gerektiriyor. İnsan en zor kendisine bakar. ‘Hep kendinizi mi anlatırsınız’ diye sormuşlardı bir röportajda; ben de ‘Evet, onu bulduğumda’ diye yanıtlamıştım. ‘Kırmızı Pelerinli Kent’ bu cümleden doğdu. Kendin olmak ne demek? ‘Taş Bina’da ilk öyküler klasik öyküler. Daha güvenli bir alandayız. Üçüncü tekil, o. Aslı Erdoğan burada nerede görmek mümkün değil. Altı kadından biri mi, değil mi? Mahpus mu? Yazarlar evindeki yazmayı deneyen adam ya da kadın mı? Hiçbiri belli değil. Hiçbir ipucu yok. ‘Taş Bina’ öyküsündeyse gene bu belirsizlikle devam ettim ama daha riskli bir şey yaptım, birinci tekil kullandım. Birinci tekil benim çok sevdiğim bir anlatım, ama ondan da çok sevdiğim bir şey var, ikinci tekil. Bunu ‘Hayatın Sessizliği’nde kullandım, biraz da ‘Taş Bina’da. Yer yer sen diye konuştum. İkinci tekille yazdığımda elimde patlayacak bir dinamit varmış gibi hissediyorum. Çok zevklidir, ama aynı ölçüde çok tehlidir. Okuru bir anda kaybedebilirsiniz.”

“Ürkütür mü?”


“Sahte bulabilir. Yapay ve cilalı kaçabilir. Karşısında olmayan bir yüzden sen diye bir ses çıkıyor. ‘Taş Bina’da diğer hikâyelerde olmayan şu da var, anlatıcıların neyi anlattığı belli değil. Bu daha önce hiçbir hikâyemde kullanmadığım bir teknik. ‘Taş Bina’ya girdiğimizde sesler başlıyor. ‘Taş Bina’yı görüyoruz, anlatıcının ağzından. Sonra binaya yaklaştıkça A. oluveriyoruz. Sonra yine yazara dönüyoruz. Sonra sesler karışmaya başlıyor. Taş Bina’ya yaklaştıkça ve içine girdikçe duyduğumuz bölümlerde kim neyi anlatıyor bilmiyoruz. Labirentte sürünüyor biri, sonra biri daha sürünüyor. Labirentin yüreğine varıyorlar, birinin bulduğu bomboş bir oda var. Öteki kendi imgesiyle karşılaşıyor camda, camı kaldırıyor, rüzgâr ve bir intihar. Birinin başı öne eğiliyor, onu biliyoruz ama kim, nedir, onlar aynı kişinin değişik zamanda yaşadıkları mı, farklı kişiler mi, bilmiyoruz. Hücredekilerden birinin kadın olduğunu biliyoruz, çünkü saçlarını örüyor. Bir ele vermeyi seziyoruz, birinin öldüğünü biliyoruz. Ama tam tamına yapmaya çalıştığım tümüyle anonim bir ses, hiç fark etmez, bu Aslı’ymış, A.’ymış… A.’yı onun için seçtim, anonim bir harf, alfabenin ilk harfi. Bu herkesin kendi Taş Bina’sı. Kendi hikâyeni anlatarak kendi acının dışına çıkmak, anonim sesi bulmak. Ve artık kendi hikâyeni kaybetmek pahasına. Ve sanırım Taş Bina’da bunu başardım. Bunun bir otobiyografik metin olduğunu söylemek çok zor ama anlatılan her şey de gerçek. Hiç de öyleymiş gibi görünmüyor oysa. ‘Kabuk Adam’ kurgusaldı, çok gerçek gibi duruyordu. Yazmak da tam böyle bir şey olmalı. A. ben miyim? Kesinlikle değilim. Ama bu ses nereden geldi, kimden geldi? A.’yı çok sevdim. Bu benim hikâyem olmaktan çıktı, A. başrolü kaptı, A.’nın sesi en gür çıkan ses oldu. Gerçekten de bu ses nereden geliyor, benim için neyi simgeliyor, hâlâ bilmiyorum.”

“‘Ayakta Yaşamak’ isimli denemenizi ayakta yazmayı öğrenmek gerekiyor, diye bitiriyorsunuz. Çağımızda ayakta yazmak neden zor?”


“Bu yazıyı ben bir cezaevi ziyaretinden sonra yazdım.Çok duygusal anılarım var o cezaevine ilişkin. 9 yaş gençtim o yazıyı yazdığımda ama ayakta yazmayı öğrenelim dememişim, ayakta yazmayı öğrenmek gerekiyor demişim. Ben bile bildiğimi söylemiyorum, öyle bir iddiada bulunmamışım allahtan. Artık hiçbir şey eskisi kadar net değil. İyi ve kötü net çizgilerle ayrılamıyor. Belki edebiyat için muhteşem bir alan ama artık inanıp sarılabileceğimiz, her şeyi göze alabileceğimiz ideolojileri kaybettik. Sistem çok daha karmaşık işliyor. Hiçbirimiz emin değiliz artık ne zaman ayakta durduğumuzdan. Duruş sözcüğü de son yıllarda çok kullanılmaya başlandı. Bir sözcük çok kullanılıyorsa eksikliği hissediliyor da ondandır. Diktatörü net olarak görsek savaşmak daha kolay olurdu. Eskiden çok daha fazla dava açılırdı mesela yazara. Yazarın, ben yanayım da kitleler aydınlansın, gibi bir duruşu vardı. Şimdiyse dava bile açmıyorlar. Ya da para davası açıyorlar. Sistem, susturmanın kurnazca yollarını yavaş yavaş buluyor. Kahraman yapmıyorlar artık. Açlığa mahkûm etmek, hele Türkiye’deki medya organizasyonu içinde yazarı susturmak çok kolay.”

“Sanıyorum bir süre sonra yazarda bir otosansür ortaya çıkıyor. Ondan sonra da zaten ayakta yazması mümkün olmuyor.”

“Birkaç ayrı yerden sıkıştırılıyor yazar. Birincisi politik baskılar. Ki bence bu en kolayı. Diğeri, piyasa ekonomisi. Yazar satmak zorunda. Sattığı ölçüde var oluyor. Yazarın okura ihtiyacı var, okuru olmayan biri yazar değil. Bu tam bir açmaz. O zaman herkesin sıfırdan bu denklemi çözmesi gerekiyor ama aslında çözümsüz. Ben piyasa ekonomisinin kurallarına göre oynayacağım ama kendi duruşumu da koyacağım, şunu da yapmayacağım, bunu da yapmayacağım… Kimi röportaj vermiyor; bir marifet değil bence, hatta işin kolayı, gene bir imge yaratıyorsun kendi etrafında. Bir mit. Kimi sık sık basına çıkarak bunu deniyor. Bu sefer yarattığın eserden giderek kopuyorsun. Bir markaya dönüşüyorsun. Bunların öldürücü olduğuna inanıyorum uzun dönemde. Bir yazar için çok tehli olduğuna inanıyorum markalaşmanın. Ama çok da fazla seçenek bırakmıyor günümüzdeki ortam. Var olabilmek için bir sürü şeye mecbur kalıyorsunuz. Her şeyden önce yaşamak zorunda yazar. Para kazanmak zorunda.”

“‘Belki kentte doğduğumdan sözcüklerle ilişkim hiçbir zaman yalın olmadı. İçleri boşaltılmış kabuklar gibi çürümelerinden korkarım.’ Bu da ironi mi?”[/B“

Değil. Sözcüklerle ilişkime daha çok ‘Hayatın Sesizliği’nde girdim. Sözcüklerin boşluğu, genişliği, yapaylığı, hiçbir şeye yetmeyişi üzerine pek çok cümlem var. Ki yazmak da tam tamına bu soruyla yüzleşmekti. Burada sözcükler var, dışarıda koskoca bir hayat. ‘Taş Bina’da da kullandım bunu. Bazen bir sözcüğü alırsın, onda bağırırsın, onda çığlık atarsın, ölü bir kuş gibi havalara atarsın. O cümleyi de çok severim.”


“Türk öykücülüğünde yalınlığa önem verilmiştir. Örneğin Sait Faik, Yusuf Atılgan, Oğuz Atay… İmgeyi kullanırlar ama imge yoğunluğundan çok anlam derinliği gözlenir eserlerinde.Söyleşimizin başında, yazdıklarınızın klasik öykü kalıbına sokulamayacağını söylediniz ama dil açısından konuşursak, imgeyi kullanımınızın yalınlıkla ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?”


“Tam da bu nedenle kendimi bir öykücü gibi sınıflandırmadım. Çünkü öyküde lüzumsuz hiçbir şey olmamalı. Bir imge kullanacaksanız, ya da herhangi bir metafor, bakın ben ne buldum gibisinden kullanamazsınız, bir anlamı, bir işlevi olmalı. Hepsi bir bütüne oturmalı. İyi öykünün en çok bilinen tarifidir. Sözgelimi ‘Taş Bina’da bu noktadan uzaklaştığımı düşünüyorum. Benim derdim bir öyküyü alıp olabildiğince gerçek, olabildiğince etkili ve en kısa şekilde anlatmak değil. Dilin kendisi öyküden daha önemli hatta. Sözcüklerin birbiriyle konuşması. Onun için de zaten hakkında zor konuşabildiğim bir metin ‘Taş Bina’. Bu nedenle de klasik öykü tanımını biraz genişletmek gerekiyor bunu da katacaksak. Bu bakımdan yalın bir yazar değilim sanırım, maalesef değilim. Cümlelerle çok boğuşurum. Tekrardan kaçınırsınız öyküde, ben ‘Taş Bina’da bilerek tekrarlara dayalı bir yapı kurdum. Aynı cümle alınıyor, tekrarlanıyor, biraz değiştiriliyor, sonra bir daha, bir daha… Farklı ağızlarda farklı anlamlar kazanıyor. Böylece cümleler birbiriyle konuşmaya başlıyor.”



 

Haberler Biyografi Kitaplar Fotoğraflar Röportajlar Köşe Yazıları   İletişim Ana Sayfa
Design by medyanomi