Röportajlar

 

  Sözcüklerle gerçek arasında bir uçurum var. / Aslı ULUŞAHİN / VARLIK / 1.8.2009
  Taş Bina, Aslı Erdoğan’ın 1999 yılında yazdığı bir köşe yazısıydı ve daha önce, köşe yazılarını bir araya getirdiği kitabında da yer aldı. Şimdi ise çok daha “büyümüş” haliyle, son kitabı “Taş Bina ve Diğerleri”nde karşımıza çıkıyor. Kitapta dört metin bulunuyor. İlk üçü, Erdoğan’ın klasik öykü anlayışını yansıtan, eski öyküler. Taş Bina ise, Hayatın Sessizliğinde’den sonra yazdığı, “en taze” olanı.

Bu nedenle, söyleşi boyunca onun üzerinde durmayı tercih ettim.


Erdoğan, Taş Bina’da Hayatın Sessizliğinde’de karşılaştığımız, “şiirsel düzyazı” diye adlandırılabilecek üslubuyla, paramparça bir “işkence” hikayesi anlatıyor. Metin ayrıca, kahramanlarının sesinin sürekli değişmesi, birbirine dönüşmesi ve gittikçe anonimleşmesiyle dikkat çekiyor. Erdoğan “Taş Bina’yı yazarken içimde bir duvar yıkıldı ve hiç tanımadığım bir ses benimle konuşmaya başladı” diyor. Öyle sanıyorum ki yıkılan bu duvar ve ortaya çıkan yeni ses, yazarın edebiyat yolculuğunun bugünü ve yarınıyla ilgili yeni bir yolu işaret ediyor.

Neden diğerlerinden birini değil de Taş Bina’yı yeniden yazmak istediniz?


Hikayenin ilk doğuşu aslında gizemli... 99’da bir akşam köşe yazısı yazmak için oturdum, hiçbir konu yoktu aklımda. Yalnızca çok net bir imge vardı. Kahve gibi bir yer, karşısında, içerideki televizyona bakan bir deli adam.. O sırada çok sık rastladığım, böyle biri vardı hakikaten. Uzaklarda da taş bina görünüyordu. Ama neyi anlatmak istediğimi bilmiyordum ve o ses konuştu benimle. Adım adım adama da taş binaya da yaklaştım. Sonra birden yazının son paragrafında daha önce yapmadığım bir şeyi yaptım. A adını verdiğim bir adamın ağzından girdim taş binaya ve orada A oldum, bütün okurlar ve ben. Bir yanımızla anonimleştik, isimsizleştik. Sonra bu hikaye çok sevildi. En çok da benim tarafımdan. Ben hep bulduğum bu tekniğe dönmeyi düşündüm. Yeniden yazmaya başladım ama sağlık sorunları yüzünden bıraktım, bir yıl yazamadım.. Bir yıl sonra döndüğümde bu hikaye bitmiş dedim. Ama yayıncıma göndermeden bir kez daha elden geçirirken, yeniden yazdım ve asıl doğuşu odur. Özellikle A’nın sesinden konuştuğum bölümler çok yeni yazıldı. Gene bedenim isyan etti. Gene hastalıklar başladı. Taş Bina’yı ne zaman bitirmeye yaklaşsam ciddi şekilde bedensel sorunlar yaşıyordum. Bu sanırım iyi bir işaret, demek ki vücut belli travmaları hatırlıyor. Ondan sonra, aynı sözcükleri ve cümleleri farklı şekillerde kullanmak son yazdığımda aklıma geldi. Kafamda öyle bir yapı vardı, kırmak, parçalamak, olabilecek farklı anlamlara işaret etmek... Uçmak ister misin, gibi... Bazı cümlelerimi, en simgesel olanları bir polisin ağzından söylettim. O zaman başka bir anlam kazandı.

Mesela “yapacağını çabuk yap” cümlesi...

“Yapacağını çabuk yap”ı İsa kendisini ele veren Yahuda’ya söyler. Ama burada, bir sorguda söylendiğinde her şey olabilir. Kutsal olanla en aşağılık olanı yan yana getirdim, aslında hikayenin bütününde de böyle bir yapı var. Melek ama pislenmiş bir melek. İşkence gören bir melek. Muhteşem bir koro ama bir noktada falakadan geçmiş çocukların korosu. Bir noktada da “atlasana lan, gebermezsin” diyen insanların korosu.


Kabuk Adam’dan bir cümle geldi şimdi aklıma. “Ancak bir katil bir peygamber olabilir.”


Çok sevdiğim bir kitap değildir o, ama bazı cümlelerin anlamını bilmeden yazmışım. Artık bana daha anlamlı geliyorlar. Şimdi düşünüyorum da, o dönem yaşadığım hayatla ilgili bir şey olabilir bu yakınlık. Taş Bina’ya en yakın hayatı Kabuk Adam’ı yazarken yaşadım.

Taş Bina için, Hayatın Sessizliğinde’de yakaladığınız üslubun devamıdır diyebilir miyiz?

Çok haklısınız, ben de öyle sanıyorum. Kitaptaki ilk üç hikaye eski hikayeler. Taş Bina ise zamansal olarak en son yazdığım metin. Hayatın Sessizliğinde’den sonra yazıldı ve orada duyduğum birtakım seslerin, bu kitapta da benimle konuştuğunu düşündüm. Sonra bir dönemeç daha aldım, o kitapta neredeyse hiç öyküleme yoktu, sadece durumlar anlatılıyordu. Taş Bina’ya ise, paramparça olsa da öyküler kattım. Hayatın Sessizliğinde’nin üslubuyla, benim daha klasik öykülerimin temaları Taş Bina’da bir araya geldi.

Belki de bu ses, bugün ve yarın adına, sizin yazınınızda yeni bir yolu işaret ediyordur.

Umarım öyledir. Bitirdiğimde bu metin benden nasıl çıktı diye şaşırdım. Kırmızı Pelerinli Kent’te zaman zaman o duyguya kapılıyordum ama Taş Bina’da hakikaten, bu sesi tanıyamadım. Belki çok kişisel bir şey söylüyorum, belki hiç önemli bir nokta değil ama öncesinde yarattığım tüm figürler çok tanıdıktı benim için. Kırmızı Pelerinli Kent’teki Özgür olsun, hatta bu kitaptaki Filiz olsun. Fazlasıyla bendendi. Ama Taş Bina’da A öyle ötelere gitti ki... Ben onu korkuyla ve sevgiyle izledim.

Korku nedendi?

Hiç tanımadığım bu sesin anlamını çözemediğim için, denetimimi yitirdiğimden korktum. Bir duvar vardır, isnat duvarı gibi. Bir şekilde yazarı ve okuyucuyu parçalanmadan tutar o duvar. Ama sanki A’nın konuştuğu bölümlerde o duvar kırıldı içimde ve daha önce duymadığım bir ses konuştu benimle. Benim anlatamayacağım kadar hüzünle konuştu. Onun için zaten epilogu yazdım, epilogda Aslı Erdoğan olarak konuşmayı denedim ve A’nın cümlelerini alıp kendi dilimle söyledim, bakın daha güzel ve daha hüzünlü olan onun cümleleriydi gibi bir vurgu yaparak... Ben anlatamıyorum hikayeyi gibi bir itirafla... Tuhaf mı geliyor söylediklerim bilmiyorum. Yeni bittiği için kitap, hala çok içindeyim. Henüz Taş Bina’dan çıkamadım.

Belki ayrıntı ama bir şey fark ettim, ilk metindeki Taş Bina dört katlıydı, şimdi beş. Üstelik beşinci katın hikayede önemli bir yeri var.

Çok doğru fark etmişsiniz. Evet, galiba 99’daki Aslı, Sansaryan Han’ı daha net hatırlıyordu. Şimdi beşinci katı nereden buldum bilmiyorum. Kafamda Beyoğlu Polis Karakolu ile Sansaryan Han’ı birleştirmiş olmalıyım. Bunların çok ötesinde soyut olarak Taş Bina benim hayatımda bir kat daha yükseldi belki de. Son yılların travmaları mı diyeyim? Bunu gerçekten ben fark etmemiştim. Ama şunun farkındayım, ilk yazılışında taş bina henüz yazının bir metaforuna dönüşmemişti. O zaman korkunç işkencelerin yapıldığı, insanın hayatını onulmazcasına değiştiren bir yerdi. Sonra giderek soyutlaştı, metaforlaştı ama daha gerçek olmaya başladı benim için. Yani duvarları, hücreleri, koridorları belirdi, daha çok belleğe dönüşmeye başladı.

Biraz da A’dan söz edelim istiyorum. Sürekli kendi kendine konuşan, artık kimsenin dinlemediği bir adam, bir deli... Fakat o da, taş bina gibi bir metafor sanki...

A sürekli konuşur, sürekli anlatır. Artık insanlarla konuşmaktan vazgeçmiş. Ona da çabalar ama o dil insanların dünyasında kaybolur gider. Kimse istemez, kendi bile belki ne anlattığını bilmez. Çok şükür ki bilmez diyorum bir noktada, çünkü A taş binayı anlatmakta.
A vitrine çıktı. Giysileri üzerine geçirdi ama ne anlatacak? O bölümü defalarca yazdım. O bölüm beni en zorlayan bölüm oldu. Sonunda bir anlama kavuştu A. Bir acıyı anlattı bizlere. Neyi kaybetti, kimi eleverdi, niye bu kadar suçlu, yüreğinde ondan çalınan ne, o ağrıyan yürekte ne vardı... Onu bize bir şekilde anlatmayı başardı A ve orada bence iyice anonimleşti öfkesi, kırgınlığı, kayıp duygusu... Hepimizin yaşadığı bir acıyı vitrinde kustu. Bir taraftan yazı meteforuyla da uyumlu olduğunu düşünüyorum bunu. Yazarların da yaptığı öyle bir şeymiş gibi..

Nasıl bir benzerlik olabilir bu?

Benim kendime çok yakıştırdığım bir imgedir bu, diğer yazarlar alınabilir ama ben vitrini kırıyorum; hak etmediğim bir vitrin. Fiyat etiketlerinin ortasına çıkıyorum, bambaşka kılıklara bürünüyorum, tam da oturmuyor o kılıklar bana. Öyle saçma da bir yanı var edebiyatın. Kılığa bürünüyorsun ve ha bire anlatıyorsun. Kim neyi dinliyor, kimin umrunda hiçbirini bilmiyorsun ve bildiğin bir şey var ki dünyanın bu sese ihtiyacı yok. Sen sussan da konuşsan da hiçbir şey değişmeyecek. A gibi hissediyorum kendimi. Vaktim çok dar. Birkaç dakika içinde bütün bir trajediyi anlatmak zorundasın ama bu mümkün değil. Kimse bu trajediyi, hayat dediğimiz şeyi anlatmayı başaramadı. Bu bakımdan da A’yla kendimi çok özdeşleştiriyorum. A bir yanıyla aslında bir yazar figürü de. Ama A’dan deliliğini çalmak istemem. A’yı ille kendime yakınlaştırmak istemem. A çok bağımsız ve daha güçlü bir figür. Bir yazar figürü asla bir deli kadar güçlü olamaz.

Sevmediğim bir ifadedir, ama bu yanıyla Taş Bina’nın “farklı okumalara açık bir metin” olduğunu söyleyebilir miyiz? Bir yanda işkence var, diğer yanda “hayatın bütünü”...

Umarım öyledir. Benim kafamda bir hikaye vardı elbette, ama her okur kendi hikayesini kurabilir. Belki de kurmamalı. Aslında öyle kilit bir paragraf vardı bütün figürleri bir araya getirdiğim, karakolda. Sonra onu çıkardım, boşver dedim bunlar somutlaşmasın. Bu dört kişi, çocuk, deli, kadın ve adam belirmesin. Bence daha iyi oldu o bölümü çıkarmam. Sadece bir duvarın önünde toplanacaklardı, duvara dizileceklerdi kadın, kadının sevgilisi olan adam, deli, çocuk ve diğerleri... Çok bir şeyi netleştirmiyordu ama figürleri ayrıştırıyordu birbirinden. O zaman, kadının rolü iyice belirginleştiğinde, hikaye daha net çizgilerle oturacaktı.. Ben bunu yapmak istemedim. Kadına büyük bir rol vermek istemedim, başrolü A’ya verdim.

Hikayede önemli bir imge de “ezgi”.. Metnin lirik bir ritmi/ezgisi var, diğer yandan A, Taş Bina’nın içinde bir “ezgi” aramakta...


Ezgi aranılan bir şey. Belli belirsiz duyulan... Özellikle kitap onunla bitiyor. Bir ezgi duyuyorum, bir zamanlar bu ezgiyi kendimin sandığımı hatırlıyorum. Eski kitaplarıma bir gönderme olabilir bu. Derinlerden bir yerden geliyor, aslında kimseye seslenmiyor. Ama onu işiten her insanla biraz daha yükseliyor. Gitti yer hiç kimsenin yüreğini... Yine o sahipsiz anonim yürek. Var mı yok mu emin olamadığımız ama olmasını çok istediğimiz... Bu ezgiyle de kapanıyor bu hikaye. Ben bu ezgiyi duyuyorum, hatırlıyorum, ondan kurtulamıyorum. Ama ben onu söylemeye kalktığımda yanlış söylüyorum. Kitabın sanırım en önemli cümlesi bu. Ben bu hikayeyi anlatamıyorum. Sözcüklerle gerçek arasında uçurum var. Ezgiyle benim sesim arasında bir uçurum var. Ben kendimi sanki hep şarkıya yanlış notadan giren kişi gibi hissediyorum.

Bir yanıyla naif ve romantik bir yazarım diye düşürüyorum. O ezgiye hala inandığımı fark ettim. Bu ezgiyi tabii sadece yazarken duyuyorum, yazmak benim için o ezgiyi duymanını bir yolu. Ama bu ezgiyi duyabildiğim için de naif ve romantik bir yanımın olduğunu anlıyorum. Belki herkeste var. Bende ise yazı sayesinde su yüzüne çıkabilen bir yan. O ölen melek, bizden bir parça... Ama ben o melekle, bulanık aynayı yazıda görüyorum. Benim bulanık aynam yazmamın kendisi. Orada beliren meleği ve de insanları sevebildiğim yer yazı ve bu ezgi adına yazılıyor bütün bunlar. Bütün herkesin katıldığı çok görkemli bir koro gibi. Öyle bir meteforu ruhumun bir yerinde barındırıyorum. Barındırdığımı görüyorum ya da. Bu da kendime ilişkin bir umut. Hala herkesin bir araya gelip, el ele tutuşabileceği bir şarkıya inanmak güzel bir şey. Öyle bir şarkı yok elbette. Maalesef yok. Vardıysa bile duyamıyoruz, kaybettik onu. Ama bu şarkıya inanmak çok güzel. Sanırım ben, karanlık bir yazarım belki ama Taş Bina’da bir ezgi arayan bir insanım. Bir de burada, yine kitaptaki Tahta Kuşlar öyküsündeki Filiz’in bir cümlesini kullacağım: “Sokaklarda yaşayan bir şarkıcı bana hayatın güzel olduğunu söylerse dinlerim.” Ezgi Taş Bina’da duyuluyorsa onu dinlerim. O bakımdan ben karanlık bir yazar olduğumu düşünmüyorum, gecenin içinden konuşan bir yazarım ama aradığım o ezgi, o ışık, o görkem, romantik bir arayış... Bu cümleler belki okuyanlara komik geliyordur. Artık kimse yürek sözcüğünü bile kullanmıyor çünkü. Ben hala yürek, ezgi, günümüz insanına saçma gelen sözcüklerle konuşuyorum ve bunlara inanıyorum. Ben bunları anlamlandırmaya çalışıyorum.





 

Haberler Biyografi Kitaplar Fotoğraflar Röportajlar Köşe Yazıları   İletişim Ana Sayfa
Design by medyanomi