Röportajlar

 

  “Ben delirmeyim de kim delirsin şimdi?” / egoist okur, Göktuğ Canbaba / 1.1.2013
  Eleştirmen Ahmet Ergenç’in Aslı Erdoğan’la ilgili makalesi önce İzafi Dergisi’nde yayınlandı, sonra da geçen hafta Egoist Okur’da… Açıkçası yayınlarken tereddüt etmedim. Birincisi Ahmet’in eleştirilerine katılıyordum, ikincisi ve daha önemlisi epey bir süredir buralarda edebiyat eleştirisine duyduğumuz ihtiyaçtan bahsedip duruyordum…
İşeyen Atmaca adlı romanıyla tanıdığımız Göktuğ Canbaba’dan aşağıda okuyacağınız röportaj geldiğinde de yayınlamakta tereddüt etmedim. Aslı Erdoğan’ın söyledikleri çarpıcıydı. Türkiye’de kadın olmanın neye benzediğini anlatırken ona hak vermeyip ne yapacaktım? Ayrıca neredeyse her gün katıldığı ve sonuna kadar desteklediği Gezi direnişi konusunda söyledikleri de taze ve cesurcaydı.
Özetle Erdoğan’ı sevgili Göktuğ aracılığıyla Egoist Okur’da ağırladığım için memnunum.

Lakin sizi Göktuğ Canbaba ve Aslı Erdoğan’la baş başa bırakmadan önce okuduklarım içinde beni biraz rahatsız eden birkaç şeyi söylemezsem içim rahat etmez… Erdoğan’ın, kitaplarının yayınlandığı ve uluslararası ödüller aldığı ülkelerden söz ediş biçimi mesela. “Kolay beğenmeyen, burnundan kıl aldırmayan ülkeler” diyor. Öyle demese miydi acaba? İşin gerçeği, biz “burnundan kıl aldıran ülkelerin okurları” da her kitabı, her yazarı kolay beğenmeyebiliyoruz. Sonra şu Norveç’te onu Kafka ve Joyce’la kıyaslayanlar meselesi… Aslı Erdoğan’ın şiirli ve karanlık üslubunun cazibesini kabul etsem de bu kıyaslamada anlaşılır bir şey bulamıyorum doğrusu.

Son olarak… Aslı Erdoğan lütfen onu ilk tanıdığım, sevdiğim haline dönsün, çünkü kendisi Viyana’da veya başka şehirlerde başına gelen talihsiz olaylarla değil, edebiyatıyla konuşulmayı hak edecek kadar kıymetli bir yazar.

Az kalsın unutuyordum, teşekkürler Göktuğ. Keşke seni burada daha çok görebilsek…
Gülenay Börekçi

Açıkçası ben çapulculuğu çok sevdim, hayattaki rolümü burada buldum!
“Sözcükler bir cinayet aracıdır,” diyor Aslı Erdoğan. “Hayat kurtarıp hayat söndürebildiğini bilmelisin. Bilmiyorsan yazar olmamalısın. Benim de dilim sivridir ama hiç cinayet işlemeyi seçmedim.”

İlki bu yıl verilen, uluslararası edebiyat ödülü “Ord i Grenseland Prisen – Sınırda Sözcükler Ödülü”nü alan Aslı Erdoğan ülkesinde neden ödülleriyle değil de sağlık sorunları gibi haberlerle öne çıktığını anlayamadığını söylüyor. Jürisi İsveçli ve Norveçli yazar, yayıncı ve akademisyenler aynı zamanda PEN Genel Sekreteri Eugene Schoulgin ve İsveççe yazan Kürt yazar Mustafa Can’dan oluşan bu ödülü kazanan Erdoğan, “Türkiye’de tanıdığın olması çok önemli. Eğer bir tanıdığın yoksa Nobel’i bile alsan seni gazete sayfalarında göremeyebilirler,” diyor.

“Sınırda Sözcükler Ödülü”yle başlayalım. Bu ödülün sizin için anlamı nedir?

Ödül aldığım zaman küçük de olsa bir yaranın kapandığını hissediyorum açıkçası. İnsan bir şeyler yazdığı zaman haliyle geri dönüş bekliyor. Herhangi bir işi yapan insan bekler bunu; fırıncıysan çıkardığın ekmeğin iyi olmasını ve insanların o ekmek hakkında sana iyi geri dönüşler yapmasını beklersin. Bizimki de böyle bir şey işte. Ödül bir şekilde iyi hissettiriyor. Özellikle yurt dışından gelen ödüller en güvendiğim geri dönüşlerden biri benim için. Yurt dışından gelen ödüllerin önemi, beni kişi olarak tanımayan insanlardan oluşan jürilerin değerlendiriyor olması. Sadece ve sadece kitaplarım üzerinden değerlendirilmek önemli. İnsan kendi ülkesinde binlerce önyargıyla karşılaşıyor çünkü. Yazarsan, hele de bir kadın yazarsan bu önyargıyı kırman çok zor oluyor. Ödül birinin bana kolye hediye etmesi gibi bir şey. İyi bir his uyandırıyor. Onu sürekli yanımda taşıyorum ama daha iyi yazmaya teşvik eden sihirli bir cisim olmadığının da farkındayım. İyi hissettiriyor, hayata birkaç gün daha tutunuyorsunuz ama derin acınız devam ediyor, hayatla olan o kapanmayan yaranıza biraz merhem sürmüşsünüz gibi bir şey ödüller aslında, daha fazlası değil.

Kazandığınız “Sınırda Sözcükler Ödülü” nün bir önemi de ilk defa veriliyor olması. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

İlk defa verilen bir ödülü almak ve dahası güçlü rakipler arasından almak tabii ki çok iyi hissettirdi bana. Dünyanın önde gelen yazarlarından Neval Al Saddavi ve Slavenka Drakulic aday gösterilmişti. Onlar arasından aldım bu ödülü. Ödülü kazandığımı duyunca şaşırdım açıkçası. Hiç beklemiyordum. Aslında İskandinav ülkelerinde epeyce tanınıyorum, Almanya’da sevilirim ama dünya starı olmadığımın da farkındayım. Dolayısıyla bu ödül bende bir şaşkınlık yaratmadı değil.

‘Norveç’te Kafka ve Joyce’la kıyaslandım’

En çok İskandinav ülkelerinde tanındığınızı söylediniz. Özellikle o ülkelerde çok iyi tanınmanızın sebebi nedir peki?

Açıkçası hiçbir fikrim yok. Kırmızı Pelerinli Kent, İsveç’te inanılmaz olumlu tepkilerle karşılandı. Norveç’te Kafka ve Joyce’la kıyaslandım. Yine bu ülkede Edebiyatın Omuriliği diye adlandırılan bir seride ilk 20 yazarın arasında seçildim, listede 13. sırada yer aldım. Bu ödüller ve bu ilgi kolay kazanılan bir şey değil. Kolay beğenmeyen, burnundan kıl aldırmayan bu ülkelerde böyle bir ödüle layık görülmek, böyle önemli sıralamalara girmek tabii ki güzel bir şey benim için. Ama Türkiye’de hâlâ bana önyargıyla yaklaşıp burun kıvıranlar var. İşte bunu anlamıyorum.
Ben de bunu sormak istiyordum açıkçası. Kitaplarınız 11 dile çevrildi. Ödülleriniz var ve yurtdışında oldukça saygı gören bir yazarsınız. Fakat Türkiye’ye gelince işler biraz değişiyor. Burada sanki sizi saklamaya çalışıyorlar. Sizce bunun nedeni nedir?
Bunu ben de çözemiyorum açıkçası. İsveç’te, Norveç’te de böyle başlıyorlar röportajlara. Bu sanırım binlerce yıllık ataerkil bir döngünün sonucu. Kadın yazar olmak Yunanistan’da farklı, İsveç’te farklı, Türkiye’de farkı bir durum. Her birinin arasında derece farklılıkları var. Kadın yazarları hâlâ farklı kıstaslarla değerlendiriyorlar. Bu da bunun bir sonucu sanırım. O hep nefret ettiğim “Sevdiğiniz ilk 20 kitap?” sorularının yanıtlarına bakın. O listelerde kadın yazar bulabilmeniz çok zordur. Bir kadın yazar bulabiliyorsan ya yeni ölmüştür ya da popüler olduğundan yazılmak zorundadır. Böyle sorularda açığa çıkıyor işte durum. Bir de şu durum var tabii ki, Türkiye’de tanıdığın olması çok önemli. Eğer bir tanıdığın yoksa Nobel’i bile alsan seni gazete sayfalarında göremeyebilirler.

“Her erkek bir TOMA aslında…”

Erkek egemen edebiyat dünyası sizce sürekliliğini koruyor mu?

Bence kesinlikle koruyor. Sadece biçimi ve derinliği değişiyor ama bir kadın yazarla erkek yazarın günümüzde aynı algılandığını düşünmüyorum.

Kadın yazar kavramı aslında başlı başına bir gariplik barındırmıyor mu içinde?

Evet, tabii ki barındırıyor. Yazar demek yerine “kadın yazar” demek bile yazar sözcüğünün erkeğin egemenliği altında olduğunun bir kanıtı aslında. “Kadın yazar ama erkek gibi yazmış” diye konuşan yüzlerce yazar, eleştirmen görebilirsin etrafta.

Kadın yazar olmak başka ülkelerde de Türkiye’deki kadar zor mu peki?

Tabii ki benim söylediklerim kendi deneyimlerime dayanan sübjektif yorumlar. Şurada 12 senedir başka yazarlarla fikir alışverişinde bulunuyorum. Benim gördüğüm, dünyada da devam ettiği ama Türkiye’nin en kötülerden biri olduğunu söyleyebilirim. Kadın erkek ayrımcılığının en şiddetli yaşandığı ülkelerden biri Türkiye. Edebiyatta da böyle. Ülkede en önemsiz konularda bile ayrımcılık yaşanırken edebiyatta olmaması düşünülemez tabii ki. Mesela sokakta yürümek bile bir direniş ülkemizde. Benim ilk direnişim gece sokağa çıkmak için oldu mesela. Beyoğlu’nda gece sokağa çıkmak için büyük mücadeleler vermek ne komik geliyor değil mi insana. Ama böyle işte. Yaşam şeklinde başlar baskı ve edebiyata kadar gider bir şekilde. Gezi’de gördük işte. Biz kadınların TOMA’ların önüne böyle cesurca dikilebilmesinin sebebi zaten hep TOMA’larla karşı karşıya olmamız. Her erkek bir TOMA aslında.

Peki kadın olmak? Yazarlıktan bağımsız bir şekilde kadın olmak nasıl bir şey Türkiye’de?

Biraz önce dile getirdim aslında. Gece sokağa çıkmak bile bir dert. Gece yürümeyi çok severim ben. Rio gibi çok tehli şehirlerde bile yaptım bu yürüyüşleri. Yazarlığım da en çok yaptığım gece yürüyüşlerinden beslenir. Artık bu yürüyüşleri İstanbul’da yapamıyorum. İnadına inadına yapmaya çalışıyorum ama çok rahatsız oluyor ve vazgeçiyorum. Sırf kadın olduğum için oluyor bunlar. “Bu kadar küfür hakaret duymak için mi evden sokağa çıktım” diye düşünüyor insan ve mutsuz oluyor. İnsan olmak zor Türkiye’de, kadın olmak çok daha zor.

“Harap haldeydim, topallıyordum, korkmuştum…”

Bildiğim kadarıyla başınıza bu yürüyüşlerden birinde kötü bir olay da geldi…

Evet, beni en çok korkutan olaylardan biriyle İstanbul’da karşılaştım. Bir pazar gecesi yürüyüşe çıktım ve beni izlemeye başladılar. Peşime iki adam takıldı. Bir süre emin olmak için yürüdüm. Emin olunca eve dönmeyip tanık bırakmak istedim çünkü bana inanmayacaklarını düşündüm. O yüzden Taksim’e yürümek mantıklı geldi. Kalabalık ya, “Bir sürü tanık olur” diyegeçirdim aklımdan. O iki adam beni tam 2,5 saat izledi. Cep telefonum da yoktu yanımda, o yüzden kimseyi arayamadım. Bir süre önce çalınmıştı. Önceki günler Gezi’de yaralanmıştım, topallıyordum. “Divan’a doğru gideyim” dedim, sonuçta orada bir sürü polis vardı. Sonra bir ara beni takip edenlerle göz göze geldik. Bana doğru gelmeye başladıklarını, yaklaştıklarını fark ettim. Peşimde adamlar, önümde yüzlerce polis vardı. Ben polislere takip edildiğimi haykırdıkça, onlar güldüler. Harap haldeydim, topallıyordum, korkmuştum. Yanık bacağımla ara sokaklara girmeyi başardım ve izimi kaybettirdim. Aslı Erdoğan’ın Türkiye’de düştüğü en kötü anlardan biriydi bu durum.

Türkiye’de kadın yazar olmak zor ama politik bir yazar olmak da zor. Kadın politik yazar olarak en zor zamanlar sizin için hangisiydi?

Ne kadar politik bir yazarım o da tartışılır. İnsanlar İsveç’te politik bir yazar olduğumu duyunca şaşırıyorlar. Orada varoluşçu bir yazar olarak tanınıyorum. Türkiye’de edebiyattan çok köşe yazolarımdan kaynaklı politik bir yazar olarak tanındım. Politik bir yazar olmak bazen insanı kahraman, vezir yapıyor, bazen de rezil… Ben o ikinci grupta kaldım hep. Belli bir dönemde bir gazetede yazdığım köşe yazılarının bedelini hâlâ ödüyorum ne yazık ki, ödetmeye çalıyorlar bir şekilde. Politik bir yazarın bir sorumluluğu olması gerekir. Neden bahsedersen bahset bir kişiyi bile kırmamak için yazılarını sorumluluk çerçevesinde yazmalısın. Sözcükler birer cinayet aracıdır, onlarla hayat kurtarıp hayat söndürebildiğini bilmelisin. Bilmiyorsan yazar olmamalısın. Hakkında konuştuğun insan ölmüş olsa da ona karşı sorumluluk duyman gerekir. Bazı yazarları duyuyorum, kadınlar hakkında, kadın yazarlar hakkında ağza alınmayacak laflar ediyorlar. Yazar sıfatıyla bu kadar kolay cinayet işlememelisin. Benim de dilim sivridir ama hiç cinayet işlemeyi seçmedim. Yazarların kendine özgü bir sorumluluğu olması lazım. Ben politik yazılarımda insanların kılını bile incitmek istemedim. Bu insanlar kim olursa olsun; tamamen karşıt görüşte olanları bile. Ama karşılığında aldığım cevaplar aynı sorumluluğu taşıyan inanlardan gelmedi ne yazık ki. Özellikle köşe yazılarımdan sonra acımasızca eleştiriler aldım sürekli. Bir tarafta Kafka ile eş tutuluyorsunuz, diğer tarafta hakkınızda ağza alınmayacak şekilde kötü yazılarla karşılaşıyorsunuz. İşte Türkiye’de politik bir yazar olmanın sonucu. Ben delirmeyim de kim delirsin şimdi? Kadın yazarsan belli birtakım rolleri oynayacaksın. Cadı ya da cazgır olacaksın. Onu olamadın mı, o zaman sevimli, iyi kız olman gerekir. O da mı olmadı, o zaman iktidarla iyi ilişkide bir yazar ol, iyi eş ol. Bunlar dışında çok fazla seçenek yok. Hem cazgır değilsin, hem güçlü tanıdıkların yok hem de iki laf edip insanları yaralamıyorsun… O zaman insanı bitiriyorlar işte.

Avusturya’da kötü bir dönem geçirdiniz. Özellikle hastanede yaşadıklarınız bir süre medyada yer aldı. Bunun hakkında konuşmak ister misiniz?

Onu ben de anlamadım aslında. Arkasında bir dolap olabileceğini düşünmekten başka bir şey gelmedi aklıma. Avusturya’da ciddi bir işkenceye maruz kaldım. Hastanede çok kötü günler geçirdim. Perişan haldeydim. Sağlık sorunlarım vardı. Hastane çalışanları tarafından çok kötü muamele gördüm. Kurumsal ırkçılıkla karşı karşıya kaldım. Cidden insanın başına gelen en kötü hadiselerden birisiymiş bu. O günler hayatımın en zor günleriydi. Hastane, olayı kapatmaya çalıştı. Bana yaptıkları inanılmazdı. Defalarca özür dilediler. Ne istesem vereceklerdi. Ama ne isteyebilirdim ki? 10 bin dolar istesem ne değişecekti? Hayatımda kimseye dava açmadım ben. İlke mi, korkaklık mı bilemiyorum ama sevmiyorum mahkemeleri, olay bu. Adalet denilen kuruma hiç inanmıyorum. Özür dilediler, ben de konuyu kapattım. Olay kapandı. O özür bir şekilde bana yetti.

“Bu başıma iş açar mı bilmiyorum ama Gezi’de övünülecek bir şey yaptık…”

Peki sizin de neredeyse her gün katıldığınız Gezi direnişi hakkında ne söylemek istersiniz? Sizce de geç kalan bir aydınlanma mıydı bu?

Çok iddialı cümleler kullanmak için erken. Son iki yıl yoktum. İki yıl körüm demektir bu. Sistematik bir şiddet uygulandığını ve artarak devam ettiğini biliyorum. Bu şiddetin bir patlama yaratacağını sezmiştim. Ama bu kadar güçlü olacağını düşünmemiştim. Ne de olsa şiddet görünce boyun eğmeyi tercih eden bir toplumuz biz. Böyle bir başkaldırış beklemiyordum. Hayran kaldığımı söylemek zorundayım. Yan yana duramayacak insanların yirmi gün boyunca birlikte hareket ettiklerini gördüm. Ama dediğim gibi bu duruma ne kadar bel bağlamalı işte onu bilemiyorum. Yıllar önce “Polis devleti oluyoruz” demiştim, herkes itiraz etmişti. Şimdi iki taraf da benimle aynı şeyi düşünüyor. 12 Eylül gibi bir dönem yaşıyoruz aslında. İnsanların oldukça komik iddialarla hapse atıldığı bir dönem bu. Bir gizli tanık sizi ömür boyu hapse yollayabilir. Korkunç bir diktatörlüğe gittiğimizi gördü insanlar. Buna bir tepkiydi aslında olanlar. Ciddi bir ötekileştirmenin olduğunu fark ettiler. Bence hayran olunası büyük bir iş oldu. Bir baş kaldırıydı. Bu, başıma iş açar mı bilmiyorum ama övünülecek bir şey yaptık. Tam teçhizatlı binlerce polisin karşısına sütlerle, sirkelerle dikilmek yürek ister. Şiddet uygulamadığımızı da hatırlatmak lazım. Dergilere, gazetelere çıkan o sapanlı yaşlı kadını da hapse atacak kadar zorba bir adalet sistemimiz varmış demek.

Hayatla bir derdi olanlar mı yazar, Bukowski’nin dediği gibi?

Neden yazıyorum sorusu andan ana, zamandan zamana değişebilir benim için. Belki de her yazarın ortak travmaları vardır. Bir şair muhteşem bir dizeyi niye yazdığını bilemez, bunun psikolojide de bir açıklaması yokur. Belki de bilemediği için zaten o dize dizedir. Mutlaka içerde bir kırılma, kapanmayan bir yara vardır. Her insanda vardır ama yazar o yarayı konuşturabiliyor işte. Yoksa hayatla derdi olmayan mı var? Hayatın da bizle derdi var bence. Hayat başlı başına bir dert. Niye kendi hikayemizi anlatarak tepki veriyoruz? Aslında bu benim Kırmızı Pelerinli Kent’te boğuştuğum bir konu. İnsan neden kendi hikayesini anlatır? Ölümlü olduğunun bilincindedir çünkü. Benim bulabildiğim tek yanıt bu. Kimi yazarlar güç için yazıyorlar. Kimileri toplumsal bir kimlik edinmek için, kimisi zevk aldığı için, bir diğeri gerçeklikten kaçış yakaladığı için… Şu anki edebiyat dünyasında bence hikaye anlatıcısına doğru bir kayış var. Tarihi roman olsun, polisiye olsun, edebiyat daha oyalayıcı bir şeye dönüştü sanırım.

Yakın zamanda çıkacak bir projeniz var mı?

Şu an bitmiş hikayeler, kısa yazılar var. Bir de hem Avusturya’da yaşadıklarımın, hem de Gezi olaylarının yatışmasını bekledim. Çünkü ilginç bir coğrafyada yaşıyoruz. Kitap çıkaracağım için reklam yapmaya çalıştığımı söyleyebilirlerdi. O yüzden yavaş hareket ediyorum. Açıkçası ben çapulculuğu çok sevdim. Hayattaki rolümü buldum sanırım. Ne gerek var evde otur, yazı yaz. Sokağa çıkmak daha güzel. İyi hissettiriyor. Demek ki bir eylemci ruhu varmış bende.
Göktuğ Canbaba

 

Haberler Biyografi Kitaplar Fotoğraflar Röportajlar Köşe Yazıları   İletişim Ana Sayfa
Design by medyanomi