Röportajlar

 

  Naif, kırılgan ve güçlü bir yazar; Aslı ERDOĞAN / Cansu YILMAZÇELİK / 30.5.2009
  Son kitabı Taş Bina ve Diğerleri’yle edebiyat dünyasının gündemine gelen Aslı Erdoğan, yazarlığının yanında sıradan bir insan olduğunu vurguluyor.

Lire dergisi tarafından “Geleceğin 50 Yazarından Biri” arasında gösterilen, şimdilerde Taş Bina ve Diğerleri adlı kitabıyla gündemde olan Aslı Erdoğan’la konuşmaya gittiğimde, yanıldığında bile hayata güvenmekten vazgeçmeyen, kırgınlıklarına rağmen insanlara inanmayı başarabilen bir kadın buldum karşımda. Duygusallığı bulaşıcıydı, samimiyeti de öyle… Naif görüntüsünün altında biraz yorgun, biraz hüzünlü bir Amazon kadını bir görünüp bir kayboluyordu. O, sınırlarını kitaplarıyla çizdiği bir dünyada yaşıyor ama saklanmıyordu. Olduğu gibiydi, göründüğü gibiydi Aslı Erdoğan…
Yazarların kendilerini dünyanın merkezine koydukları, hayata oradan baktıkları söylenir. Siz de öyle misiniz?


İnsanın kendisine bakışı ve dış dünyaya bakışının birbirinden çok farklı olduğunu düşünmüyorum. Gece camdan dışarı, aydınlıktan karanlığa bakarsanız kendi yüzünüzün yansımasını görürsünüz. Dış dünya da o yansımanın arkasında belirir ve yüzünüzün bir parçası olur. Bu nedenle de insanın, kendi yüzüne bakmadan dış dünyaya bakamayacağına inanıyorum. Bir yazar ne kadar karakter yaratırsa yaratsın, onları kendi varlığından ne kadar uzak tutmaya çalışırsa çalışsın, onların hepsinin toplamı yine o yazarın yüzünün bir parçasıdır.Yazı yazarken kendinizi kanıtlama isteği duyar mısınız, sahip olduğunuz değerleri, erdemleri anlatma kaygısı ya da?
Zor bir soru ama sanmıyorum. İlk kitabım Mucizevi Mandarin’i günde 14 saat CERN’de çalıştıktan sonra eve gidip sabaha kadar yazarak tamamladım. İki üç saat uyuyup işe döndüğüm bu tempoda altı ay yazdım ve metni tamamladıktan dört yıl sonra, 1996’da yayımladım. Yayınlansın diye yazılmadı yani.

Neden yazıldı o halde?

Yazılmak zorundaydı. Hayatımda düzenli aralıklarla tökezlediğim için yazmak benim için bir sağ kalma çabası ama bugün yazma nedenim, yarınkinden farklı olabilir, dünkünden de farklıdır. Neden yazdığıma dair bulabildiğim yanıtların hiçbiri tam olarak doğru ve tek değil.
Hayattan en çok uzaklaştığınız zamanlar hangileridir?
Ben sanırım hiç hayatın içinde olamadım. Yazmak daha da içe kapanmak belki ama yazmasaydım da bu kadar kopuk olurdum hissi var içimde. Ama yine de yazarak dış dünyaya açıldığımı hissettiğim dönemler de oldu, köşe yazarlığı dönemim örneğin…

Bir kitap bittikten sonra etkisinden kurtulmak kolay oluyor mu?
Çok zor oluyor. Özellikle Kırmızı Pelerinli Kent’ten sonraki süreç en ağırıydı, haftalarca çok derin bir depresyondaydım. İçimde ne varsa akıp kitaba gitmişti ve ben bir kedi yavrusu kadar kişiliksizdim, ölmek istiyordum. Bir gün öylesine kiliseye gittim ve orada tuhaf bir şeyi anladım: 33 yıl, Kırmızı Pelerinli Kent’i yazmak için yaşamıştım! Bu düşünce, hayatımı daha anlamlı hale getirdi ve o depresyondan, yakınlarımın da desteğiyle zor da olsa çıktım. Sonraki hiçbiri de o kadar ağır olmadı.

İnsanlara inanma, güvenme gibi konularda sıkıntılar yaşar mısınız?
Hâlâ insanlara bir çocuk gibi hem inanıyor hem güveniyorum. Belki bu da benmerkezci olmakla ilgilidir, yani “ben olsam yalan söylemezdim, o da bana söylemez o halde” mantığı. Yine de insanın içinde tek bir ben yok elbette.

İnsanları seviyor musunuz? Onlardan korkuyor musunuz?

Yazdıklarıma bakınca çok büyük bir insan sevgisi görüyorum ve bu beni çok şaşırtıyor. Bu, sanki aslında olmayan bir sevgi gibi. Belki de insanları sevebilmek için yazıyorum. Ama “insanları seviyorum” diye bağırmak, biraz da onları birey olarak sevememekle ilgili gibi geliyor bana. Bu şekilde uzaktan sevmek daha iyi galiba.

Siz de kahramanlarınız kadar sık ve acımasızca sorgular mısınız kendinizi?

Kendimize baktığımızda ikiye bölünüyoruz obje ve subje, özne ve nesne olarak. Bundan kaçınılamayacağını düşünüyorum.

Delilik ne demek sizce?

Ben delilerle melekler için benzer cümleler kurdum hep, deli bir yanıyla melektir çünkü. Deli, özgürdür, o ilk kahkahayı attığı anda özgürleşmiştir ama bir yanıyla da trajiktir, ona ait tek şey geçmişidir ama geçmişi bile yoktur. Bu hissi çok iyi biliyorum, benden de geçmişimi çaldılar çünkü.

Hem güçlü hem de kırılgan bir görüntünüz var gibi. Hangisi daha baskın?

Kırılgan olduğum kesin. Güç, tuttuğunu koparmaksa güçlü değilim ben, mücadele edemem. Ama sağ kalabilmek gibi bir gücüm var. Pek çok travmanın ardından bir hafta sonra yoluma devam ettiğim durumlar oldu. Bazen öyle geliyor ki Auschwitz’e girsem sağ çıkardım gibi geliyor.

2003 yılındaki kitap rezaletinden sonra onca zaman bu konuda sustunuz, sonra neden birden röportajlar vermeye başladınız?

Bu büyümekle ilgili sanıyorum. “Hâlâ eskisi kadar yalnızım ama yalnızlığımdan dışarı doğru büyüdüm” der bir kahramanım. Şimdi o yarayı bir madalyon gibi taşıyabiliyorum. Yine de bu, unuttuğum anlamına gelmiyor; yaralar kapanmaz çünkü, arada bir kanar. O yara o kadar büyüktü ki artık şefkatle geçmeyecekti ve karşılığında bir şefkat beklentimin olmadığı insanlara anlatmaya başladım.

Yaşamak ve hayata katlanmak için mi yazıyorsunuz, yoksa ölüp giden herhangi biri olmamak için mi?

Ölümün karşısında herkes herhangi biridir. Tolstoy hâlâ okunuyor olabilir ama bu, onun ölmediğini göstermez. O öldü ve biz ondan “geriye kalanları” okuyoruz. Gerçek bu kadar basit. İnsanlarla yapıtlarını ayırmak gerekiyor. O trajik yazgıdan kimse kurtulmaz, yazarlar da öyle bir ayrıcalığa sahip değiller. Yaşamaya devam eden kişiler değil, yapıtlardır.

Sizce gerçek nedir?

Kurgu olduğu unutulan şeydir.
Doğru peki…

Doğruyu tanımlamaktansa yanlışı tanımlamak, onu görmek, saptamak daha kolay sanırım.
Siz hangisini tercih edersiniz?


Kesinlikle doğruları tercih ederim. Gerçek diye bir şey yok çünkü, bulunduğumuz bu yeri sizin anlatmanızla benim anlatmam arasında fark vardır ama bu, anlattıklarımızın gerçek olmadığını kanıtlamaz. İkimiz de gerçekten bahsediyoruz ama bunu farklı algılıyoruz bence.

Yalnızlık size ne ifade ediyor?

İnsanların tamamının aslında yalnız olduğunu düşünüyorum. Ben de onlardan farklı değilim.

Kitaplarınızı sonradan okur musunuz?

Kırmızı Pelerinli Kent ve Dünyanın Sessizliği’ni daha sonra defalarca okudum ama Kabuk Adam’ı bir kez okuyup bir daha bakamadım bile. Son kitabımdaki Taş Bina öyküsünü de sık sık okuyor ve okurken ağlıyorum.

Diğer yazarları okur musunuz?

Okuma alışkanlığım giderek kötüleşiyor. Yazdığım dönemlerde okumak istemem tekrar etmekten korktuğum için. Ama Rilke’yi dönüp dolaşıp okuyorum. Şiir sevmeye başladım bu ara. Benim okurluğum biraz da ruh durumuma bağlı. Türk edebiyat çevrelerine olan uzaklığım da biraz tepkisel sanırım. Orhan Pamuk’un ve Hasan Ali Toptaş’ın kitaplarını kaçırmamaya çalışırım.

Kitaplarla ilgili ilginç takıntınız var mıdır?

Hızlı tüketen biri değilimdir, bir yazarı sevdiğim zaman onun bütün kitaplarını alsam da mutlaka bir kısmını okumadan bırakıp sonraya saklarım. Bir kitap çıkıp da yer gök birbirine girmişken o kitabı almayı da sevmem.

Ülkenizdeki okuyucuya kızgın mısınız? Sizi okumadıkları ve ayrıca “genellikle” okumadıkları için?

İnsan okunmak istiyor tabii ama hissettiğim şey, kızgınlıktan ziyade hayal kırıklığı. Beni kızdıran şey, Almanya’da çıkan kitaplarım daha çok ilgi görürken, kendi ülkemde böyle olmaması. Ama bunun için de okurlara değil, edebiyatçılara kızıyorum. Kadın yazarlara karşı yukarıdan bakan, maço bir tavır olduğunu düşünüyorum burada. Birkaç ismi tenzih ederek söylüyorum. Kitap eleştirmenleri, genç ve kadın yazarların kitaplarını okumuyor, onlara zaman ayırmıyorlar. Galiba benimle ilgili bir şey yazmak da prestijli bir şey olarak görülmüyor, ne zaman bir olay patlak verse ancak o zaman bahsediyorlar benden.

Söyleyecek sözünüzün bitmesinden korkar mısınız?

Evet. “Hayatı nasıl dolduracağım, neden yaşıyorum o halde” gibi sorular oluyor aklımda. Hayatıma yazmaktan başka bir anlam yükleyemiyorum ben.

Yazarların insan sarrafı olduğu gibi bir inanış vardır. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Ben kesinlikle insan sarrafı değilim. Beklemek, korkmak, ele vermek gibi insanî durumları anlatır ve derinleri deşerim ama iyi bir gözlemci olduğumu düşünmüyorum. Başkalarına dair yorumlarım çoğu zaman yanlıştır. Birinin beni arzuladığını, benden hoşlandığını bile anlayamam ben. İnsanların bana yönelik duygularını değil, birbirilerine karşı olan duygularını yakalayabiliyorum.

Kendinizi anlatarak kazanç sağlamakla eleştiriliyorsunuz. Öyle mi gerçekten?

İnsanın kendini anlatması imkânsızdır. Anlatmaya başladığımda kendi içimden çıkıyorum ben. Hem şöyle bir şey de var; niye başkalarının acılarını anlatmak, kendi acılarınızı anlatmaktan daha onurlu bir şey olsun ki?

Planlayarak mı yazarsınız?

Hayır, kesinlikle planlamam hiçbir şeyi. Proje yazarı değilim, araştıran, üzerinde uzun uzun çalışabilen…

Yazım aşamasında birileriyle paylaşır mısınız?

Yazı yazdığım dönem fazlasıyla kırılgan, geçirgen olduğum bir dönem. En ufak bir eleştiri, bütün çalışmamı çöpe atmama neden olabiliyor. Geçmişte tamamlayamadığım o kadar çok hikâye var ki bu nedenle. Belki de beni olumlu geliştirebileceğine inandığım biri olmadı çevremde, o yüzden artık paylaşmıyorum.

Türkiye’de kadın yazar olmanın sıkıntılarından yakınmıştınız. Kadın yazarların birbirilerine destek olmamasını neye bağlıyorsunuz?

Bu çok doğal bence, ötekileştirmenin kuralıdır zaten, dar bir alana sıkıştırırsın, o dar alanda da birbirini yerler. Dar alanda daha çok darbe alınır ve oradan çıkacak kişinin sayısı da az olur. Ben bu konuda şanslıydım; Nezihe Meriç, Adalet Ağaoğlu, genç kuşaktan yazarlar, hep bana destek oldular. Bu, benim düştüğüm mağdur durumlar nedeniyle oldu galiba. Kavga etmek yerine daha çok dayanışmamız gerekiyor. Ama belki de erkek yazarlara göre, alt bir grup olarak görüldüğümüz düşüncesine katlanamıyoruz ve “artık dayanışalım” demek de bize biçilen yeri kabul etmek anlamına geldiği için bunu yapamıyoruz.

Cansu YILMAZÇELİK


 

Haberler Biyografi Kitaplar Fotoğraflar Röportajlar Köşe Yazıları   İletişim Ana Sayfa
Design by medyanomi