Röportajlar

 

  Şiddetle yüzleşmek istedim. / Sema ASLAN / 1.6.2009
  ”Ben, açıkçası yaralı biriyim. Bunu gizlemek ya da es geçmek çok mümkün değil; bir yazarın yedi kitabı varsa, onun kitaplarında geçmişinden izler bulmak sürpriz olmaz. Çok açıktır ki, benim bilinçaltım yara bere içinde.”

Aslı Erdoğan yeni kitabı ’Taş Bina ve Diğerleri’ndeki öykülerde işkenceyi anlatıyor. Ama işkenceci ile işkence göreni değil, ele veren ile ele verileni alıyor odağına. Erdoğan, ’Bu kitapta ince bir şiddetle değil, en kabasından şiddetle yüzleşmek istedim. Yani bütün hikâyelerde bir cezaevi ve işkence teması var’ diyor. Aslı Erdoğan’ın temelde işkenceyi anlattığı öyküler bütünü Taş Bina ve Diğerleri, konuyu ele alış biçimiyle dikkat çekiyor: Erdoğan, işkenceci ile işkence göreni değil, ele veren ile ele verileni alıyor odağına. Oldukça şiirsel bir metin olan Taş Bina ve Diğerleri’nin gövdesine ‘Taş Bina’ öyküsünü yerleştiren Erdoğan, kitapta işkenceyi ve işkenceciyi doğrudan anlatmıyor; aslında işkence görenleri de. Sesler birbirine karışıyor çoğu kez; anonim bir ses çıkıyor ortaya. Kitabın detayları, Erdoğan’la yaptığımız söyleşide...

Taş Bina ve Diğerleri, tematik bir bütünlüğü olan bir kitap. Sizi bu temaya, temelde işkence temasına yönlendiren pratik neydi?

Bu kitabın yazımı aslında uzun bir zamana yayıldı. Fakat kitabın ana hikâyesi olan ‘Taş Bina’yı ‘Taş Bina’ yapan rötuş, son bir yılda yapıldı. ‘Taş Bina’, zannedersem 1999 ya da 2000’de, Radikal gazetesi için yazdığım bir yazıdan çıktı. Bu yazı, kendiliğinden doğmuştu; bir kahve, bir taş bina ve deli bir adam vardı yazıda konu edilen. O an aklımdaki bina esasında Beyoğlu Polis Karakolu idi fakat yazdıkça yazdıkça, taş bina başka formlara da büründü. Mahkeme gibi yorumlandı ya da tımarhane gibi... Yine de çoğunluk, işkence yapılan bir yerden söz ettiğimi sezdi. O öyküde çok güzel bir ton tutturdum; bir Pazar akşamı yazılan bir gazete yazısı ile, ne öncesinde ne de sonrasında tutturamadığım bir ton tutturdum. Bunu hem okur tepkisinden hem de metnin bende bıraktığı izden anladım. Bir de anlattığım o deli adam, gerçekten de o sıralar oralarda dolaşan biriydi... İki yıl kadar önce ‘Taş Bina’ya döndüm; amacım, bu yazıdan makul bir öykü çıkarmaktı. Fakat uzadı, uzadı... Labirentlerine girdim taş binanın ve o uzun, ebedi gece başladı. ‘Taş Bina’da aslında benim de gerçek hayatımın yirmi yılından kesitler var. Beyoğlu Polis Karakolu da var, Brezilya da var, Sansaryan Han da var... Tüm bunlar iç içe girdi ve en sonunda attığım en güçlü adım, A.’nın deli adamın içine girmek oldu. Onun dilinden konuşmayı denedim; en sevdiğim bölümler de o bölümlerdir.

Edebiyatta türler arası metinlerin çok örneği var tabii ama yine de Taş Bina ve Diğerleri’ni bir öykü kitabı olarak okumadığımı söylemek isterim. Oldukça şiirsel ve kelimenin türlü çağrışımlarıyla ‘içeriden’ yazılmış olması nedeniyle de bence ‘günlük’ formuna yakın duran bir metin...

Adın da belli, bu kitap, ağırlıklı olarak ‘Taş Bina’nın etrafında döneniyor. Ve buradaki yeni öykü de ‘Taş Bina’ tohumu 2000’de atılsa da. 2005’te yayımlanan Hayatın Sessizliğinde kitabım, üslûbumda bir dönemece işaret eder. Tam anlamıyla türler arası bir kitaptı o. Orada hikâye bile yoktu artık. Sözcüklerin birbirleriyle konuşması her şeydi orada. ‘Şiirsel düzyazı’ diye sınıflandırılmıştı. Bu arada ben de çok sevmiyorum sınıflandırmaları ama... Hayatın Sessizliğinde’den sonra yine öykü formuna döndüm ama Hayatın Sessizliğinde kitabındaki üslubu da beraberimde taşıyarak, onu koruyarak. Bunun nedenle de ‘Taş Bina’, diğerlerinden birazcık farklı; kitaptaki diğer öyküler, klasik öyküye daha yakın duruyorlar çünkü... Ki, onlar da eski metinler. Özellikle de ‘Tahta Kuşlar’ çok eski bir hikâye; yıllardır bir türlü kitaplaştıramamıştım onu. Bu öyküleri bir araya getirdim çünkü tematik bir bütünlük var: Kapatılma, işkence ve suçluluk. Her hikâyede bir arka damar olarak görünen bu motifler, ‘Taş Bina’da artık en açık, en sert halini alıyor.

Belki ‘içeri’ sözcüğünün üzerinde dolanabiliriz biraz. Anlatıcının içinden, mekânın içinden ve bildiğimiz cezaevi göndermesiyle içerden bir ses, bir metin bu.
Son epilogda bu dediğinizi bir ölçüde üstleniyorum, evet. Taş binanın içindeyim, diyorum. Aslı Erdoğan olarak konuştuğum tek bölüm, epilog. “Bakın bu taş binayı yaptım ve içinde kalakaldım. Yapayalnızım burada.” Yani yazının kendisi de bir taş binaya dönüşüyor sonunda. Başka bir yorumla, kapatıldığımız o metaforik taş bina, giderek yazıyı bile içerecek kadar genişliyor.

Fakat bu taş bina asla bir sırça köşk değil.

Asla. Taş bina, uzun bir çığlık. Bir türlü kesilmeyen bir çığlık. Taş binaya girenler var, çıkamayanlar var, çıkanların hiçbiri de eskisi gibi kalmıyor. Ama ben bu kitapta yine de bu kadar ince bir şiddetle değil, en kabasından şiddetle yüzleşmek istedim. Yani bütün hikâyelerde bir cezaevi ve işkence teması var. Kahramanların hepsi işkence görmüş ya da işkence görmek üzere. Kimi işkenceden sağ çıkmış, kimi çıkamamış. O noktada en ‘yüce’, ‘kutsal’ olanla en çirkin ve kaba olanı yan yana getirmek istedim ve burada da trajik bir yan buldum. Bu kitaptaki şiddet gerçekten inceltilmiş bir şiddet değil. Belki Kırmızı Pelerinli Kent’te de böyleydi. Hatta o şiddeti daha da incitici kılan, onun çok kaba ve gereksiz olması. İdam hükmünü saman kâğıttan okumak gibi. Bu kitaptaki her şey sanki saman kâğıdına yazılmış gibi ama gene de son derece yaralayıcı. Yazmanın kendisiyle evet, bir hesaplaşması var sonunda ama bu kadar. Kendi kıstırılmışlığımla çok fazla uğraşmadım bu kitapta. Hatta tam tersi: Aslı’dan çıkıp anonim bir sese ulaşma çabası var. Hayatın Sessizliği’yle başlayan bir çabaydı bu da. Gerçi her kitabında başka bir ses olabiliyorum fakat artık iyice anonim seslere ulaşma çabam var.

Bu nedenle de kitapta aslında kimin acısını okuduğumuzu bilmiyoruz. Ortak bir ses, herkese ait bir acıdan söz ediliyor gibi.

‘Taş Bina’da mesela, kimin neyi anlattığı belli değil. Bir hırsız çocuk var, deli bir adam var A., onu gözlemleyen bir yazar kadın var, hücrede bekleyen bir yazar kadın var onunla yazarın aynı kişi olup olmadığı bile belli değil. Bir ele veren var ve bir de ölen var. Ama kim neyi anlatıyor bilmiyoruz. Tüm bunlar yazar kadının fantezisi mi, delinin hikâyesi mi? Hepsi olabilir. Ama burada ele veren ve verilen, sağ kalan ve ölen ayrımı net; yani anlatılan, ‘biz’iz. Bir yanımızla ele veriyoruz, bir yanımızla ele veriliyoruz. Bir yanımız hep sağ kalıyor ve yola devam ediyor ama bir yanımız taş binadan çıkamıyor ve ölüyor. Ve ne yazık ki, tüm bunlar bir araya gelemiyor. Ele verenle ele verilen göz göze gelebilse ve konuşabilse, bu nedenle seni ele verdim dese, belki tamamlanacağız.

Özellikle ‘Tahta Kuşlar’da bir yazar imgesi var, değil mi?

Evet, çünkü orada bir entelektüel var. Ama bir de şöyle bakabiliriz: ‘Tahta Kuşlar’ ve ‘Mahpus’, kadın hikâyeleri. Kapatılan, bekleyen, hayatla nasıl barışacaklarını ya da mücadele edeceklerini bilemeyen kadınlar... ‘Sabah Ziyaretçisi’nde birden cinsiyet duygusu yitiriliyor, kadın mı erkek mi oradaki karakter, yoruma açık... ‘Taş Bina’daysa karakter kadın oluyor, erkek oluyor ve giderek anonimleşiyor. ‘Tahta Kuşlar’da ise karakterimiz Filiz’in klasik bir hikâyesi var Çehovyen bir hikâye hatta. Ki hikâyede de Çehov’a net bir göndermeye rastlarız. Çehov’un ‘Sürgünde’ isimli hikâyesine bir yanıt niteliğindedir bu öykü aslında. Sürgündeki bir grup erkek mahkûmu anlatır yazar orada. Öykünün ana çatışması şudur: Hayatla, tutku duyarak mı baş edebiliriz yoksa hayatla mücadelenin tek yolu, ondan hiçbir şey istememek midir? Öykünün karakterlerinden biri hep sever, tutku yaşarken diğeriyse ‘hiçbir şey istemezsem hayat bana bir şey yapamaz’ der. Son derece sıradan bir açmaz gibi görünse de çok derin bir mesele olduğunu düşünürüm bunun. Ki, Çehov da bu soruyu yanıtsız bırakır.

‘Tahta Kuşlar’da sizin de bir yanıtınız yok.

Ben de tam bu noktada bırakmak istemiştim zaten. Aslında benim karakterlerimin de bir yanıtı yok bu soruya. Filiz, hayata uzak ve ona tepeden bakan biri. Âşık olmayan, tutku duymayan... Ama bir yanıyla da hayata küçük bağlar atıyor; insan olmak, biraz da bu işte. Onun Brezilyalı Graciella’ya duyduğu çekimin nedeni de budur. Ki öykünün sonunda Filiz ağlar. Onun özgürleştiği andır bu ve tek yapabildiği de ağlamaktır aslında. ... Yine de sonunda bir itiraf gibi yorumlayabiliriz Filiz’in ağlamasını; ‘Acı çekiyorum ve uçamayacağımı biliyorum ama en azından bir kere deneyebilirim kanatlarımı açmayı’ der gibidir Filiz.

Uçmak motifi, kitabın çeşitli yerlerinde tekrar tekrar çıkıyor karşımıza. ‘Tahta Kuşlar’da biraz naif bir tonu varken, ‘Taş Bina’da işkence öncesi sorulan bir sorudur...

Evet. Doğrusu ben farkında değildim bu çakışmanın. ‘Uçmak’, kitabın sonunda trajik bir hâl alıyor. Dediğim gibi kitapta en yüce olanla en banal olanı yan yana getirmeye çalıştım. Özgürlük, yüce bir şey. Öte yandan, mesela koro, çok kaba bir şey yapıyor, deliye “Atlasana lan!” diyor. Böyle bir şeyi ben gözümle gördüm; Beyoğlu’nda bir çocuk, bir binanın tepesinde duruyor hap almış belli ki. Ne istiyordu bilmiyorum, uçmak mı, ölmek mi... Aşağıdaki kalabalık koro da “Atlasana!” diye bağırıyordu. Bir şekilde bu sahneyi unutamadım. Ama işte o son özgürlük anında da birazcık rüzgâr ve birazcık acı var... O da birazcık. Çok büyük bir trajedi bile yok.

İnsana yaşadıklarından bir iz bile bırakmıyorlar, diyorsunuz bir yerde...

Hikâyeyi daha acıklı kılan yanlar bunlar, evet. Kahramanlarımın, özellikle de ‘Taş Bina’daki kahramanlarımın bir trajedilerinin olmasına bile izin verilmiyor. A., bir iz istiyor kendisine. İşkencenin izi kalmamış bedeninde, o da kendisini kesiyor hikâyenin sonunda. A.’nın ağzından yazdığım bir cümle var ki çok severim: “Kendimi kesiyorum. Acıması için değil, acımaz zaten... Acı ertesi gün geri gelir ve geri geldiğinde bir geçmişe dönüşür.” İnsanın bir geçmişi olması, hikâyesini geçmiş zamanda anlatabilmesi çok güzel bir şey. Bir yandan da çok ironik bir cümle bu; hiç bitmeyen bir geceyi yaşar çünkü A. Bir tek o mu? Şu anda bile dünya üzerinde kaç kişi işkence görüyordur. O gece, hiç bitmedi. Bir insan işkence gördüyse, görmüştür. Tecavüz gördüyse, görmüştür. Bu tür suçları silmenin imkânı yoktur. Bu noktada bir ikilem gibi görünse de, ben izlerin kalmasından yanayım. “Bu benim hayatım, bu benim geçmişim... Bunu benden çalmayın,” der o insanlar. İnsanlara geçmişlerini geri vermek lazım... Onun için soykırımı tanıyın diyorlar...

Kitapta anatema işkence olmakla birlikte, işkence gören ve işkenceyi uygulayan şeklinde iki safla karşılaşmıyoruz.

Evet, hatta işkencenin kendisi de somut olarak çıkmıyor karşımıza. Daha çok, bir söylenti üzerinden biliyoruz birilerine işkence yapıldığını ya da yapılmak üzere olduğunu. Bir çığlık var; karakterlerden biri, çığlığın sahibini tanıyor. Dolaylı olarak bir tanıklık durumu bu... Ve bir ele verme hikâyesi. Bildiğim kadarıyla edebiyatımızda işkenceye hiç böyle yaklaşılmadı. Ele verme, işkencenin bir gerçeği. Birileri mutlaka birilerini ele veriyor. Bir başkasına yapılan işkenceyi izlemek ve hatta bir başkasını ele vermek zorunda kalmak. Hikâyenin dolandığı karanlık alan, aslında bu. Çünkü bunu izleyen duygu, suçluluk oluyor. O noktada da başka türden bir işkence, kendimize yaptığımız işkenceden söz ediyoruz. ‘Taş Bina’nın yüreğinde bu var; bir odaya giriyorsunuz ve o odada sizden başkası yok. Katil de kurban da sizsiniz; iki ‘sen’in sarılmasından başka bir seçenek kalmıyor geriye. İşte trajik olan da bence bu: Kimse sonuna kadar masum değil.


Herkesin çocukluğunda bir taş binası var

‘Taş Bina’, bana çocukluğumdaki metruk bir binayı çağrıştırdı; içeri girmeye korkardık ama yine de girerdik. Benim çocukluğumda da böyle bir bina var. Binada oynarken bekçi geldi, biz de camları kırıp kaçtık. Ama bekçi beni yakaladı ve esaslı bir dayak yedim. Bacaklarım da cam kırıklarıyla kesilmişti üstelik. Fakat biraz kahraman gibi hissetmiştim kendimi... Kan içindeyim, dayak yiyorum ve diğer çocuklar izliyorlar beni! Galiba herkesin çocukluğunda bir taş binası var.

“Hepsi, elimi dokundurduğum her şey yaralı bereliydi” diyorsunuz bir öyküde. Karakterleriniz hep yaralı bereli...

Bütün kitaplarıma retrospektif baktığımda, evet, yarattığım karakterlerin hepsi yaralı. Bu biraz bilinçli bir seçim; insanlık durumunun yaralı bir durum olduğuna inanıyorum çünkü. Ama biraz da kişisel bir seçim. Ben, açıkçası yaralı biriyim. Bunu gizlemek ya da es geçmek çok mümkün değil; bir yazarın yedi kitabı varsa, onun kitaplarında geçmişinden izler bulmak sürpriz olmaz. Çok açıktır ki, benim bilinçaltım yara bere içinde.

Ben sizi çok ‘gerçekçi’ buluyorum ama birçok kişi belki de bu yara bere nedeniyle sizi ‘karamsar’ olarak nitelendiriyor?

Bence bu çok büyük haksızlık çünkü hayatı kutsamak için benim kadar çaba gösteren pek az yazar tanıdım. ‘Taş Bina’da bir ezgi duyulur. Benim kitapta söylemek istediğim de buydu aslında: Arkadaşlar ben bir hikâye anlatmaya çalıştım ama anlatamıyorum; bu benim hikâyemken bana bile yabancı artık. Ama bu ezgiyi biliyorum. Hepimizin gittiği yolda gidiyor bu ezgi çünkü hepimiz ölümlüyüz. Ve bu ezgiyi hepimiz biliyoruz. İçinde hepimiz varız; işkence gören de, işkence yapan da. İnsanın içinden çıkan her şey var bu ezgini içinde. Ben, bundan büyük bir kutsama bilmiyorum. Diyebilirim ki, naifçesine kutsuyorum hayatı.


Radikal Kitap

 

Haberler Biyografi Kitaplar Fotoğraflar Röportajlar Köşe Yazıları   İletişim Ana Sayfa
Design by medyanomi