Gecenin rengi
– Aslı Erdoğan’a
Bir kimliğim var elbette, kendime özgü kişiliğimin ötesine geçerek edindiğim bir benlik, yalnızca beni anlatan nitelik. Aklı başında herkes gibi. Çoğunluğun saplantısı olan bağımlılıkların (ülke, bayrak, milliyet) hiçbir zaman parçası olmayacağımı biliyorum. Bugünlerde bu ülkeyi tanımlayan her şeyle aramızda yaşadığımız insani kopuşun, bazıları bir daha kurulması olanaksız köprüleri attığı belli değil mi?
Pek çok son’dan söz edilir, tarihin sonu, romanın sonu gibi. Hiçbirinin gerçek anlamda bir sonu anlatmadığını biliyoruz ama tümünü de tartışmaya değer buluruz. Oysa bu ülkenin tarihinin sonuna gerçekten geldiğini düşünüyorum.
Yarım yüzyılda hiçbir şey değişmemiş ve ileriye doğru bir adım bile gitmemişse, elli yıl önce neredeyse bugün de ancak orada duruyorsa, o ülkenin bir tarihi olduğundan söz edilemez. Biz bu tarihsiz ülkenin kadersiz çocuklarıyız. Kendi kimliğimizle bu ülkenin yurttaşlarına verdiği kimlik arasında bir ilişki kurmak bizim için bu yüzden zor.
Kimileri için ilelebet yaşayacak olan ülke, kimilerimiz için de bir daha geri gelmeyecek kadar uzağa gitti. Son bir yılda pek çok şey yaşandı. Onca kötülüğü içinden yaşamış olanlarımızın bile bir gün tanık olacağımızı düşünmediği kıyımlar ve kıyamlar gördük.
Yaklaşık kırk beş yılına içerden tanık olduğum acılar yüzünden hiçbir zaman kendimi bir parçası olarak hissetmediğim topraklarla bağlarım büsbütün koparken kendimi daha çok içinde hissettiğim dünyalar da kurdum kafamda.
Bugün dört koldan gelen savaş histerisinin anaforuna kapıldıkları için kendilerini Türk ya da Müslüman olarak tanımlayanlar, yarın sokakta işsiz ve parasız kaldıklarında işçi ya da memur olduklarını görecekler. Hangi kimlikleri öne çıkacak o zaman: Türk mü, Müslüman mı, yoksa işçi ya da memur mu?
Bir yere aidiyetle anlatılabilecek kimlikler sonunda bizi kendi bireyliğimizle baş başa olmaktan alıkoyar. 1960’lardan 1970’lerin sonuna dek sosyalizm ideallerinin önünde gece gündüz koşanların görünmez sorunları, bir başlarına kaldıkları zaman ne yapacaklarıydı ve bu sorunun karşılığının bir hiç oluşu beni her zaman etkiledi. En azından ayakta kalmasını sağlayacak bir becerisi olmayanlar, onu birey olarak görmek yerine sıradanlaştıran bir üst kimliğe bağlanarak kimliksizleşmeye başlıyordu.
Ölümcül Kimlikler’de, “Kimilerinin vicdan muhasebesi yaptığı gibi, ben de zaman zaman ‘kimlik muhasebem’ dediğim şeyi yaparım” diyor Amin Maalouf.
Bu ülkede vicdan muhasebesi yapanlar artık küçük bir azınlık. Vicdanları toprağına gömmüş ülkenin kültüründe kimlik muhasebesi de yok. Sana ne verilmişse ona boynunu bükmekten başka bir kişilik göstermemek, kendinden büyük olanların buyruğuna kolayca boyun eğmek.
Buradan nereye çıkılır? Yaşayan ölülerin hayata, kültüre, bilime, sanata bir artı değer katmadığı toplumun cehennemine. Orada yanmaya gönüllü olmayanların özgürlük alanları artık gitgide daraldı.
Şimdi Aslı Erdoğan içerde. Yaratıcılığın yeri yurdu yok ama insanın insan olduğu unutulursa yaratıcılığın anlamı da silinmeye başlar. İçerde ya da dışarıda, ayakta duruyoruz. Dışarıdayken hissettiğimiz zayıflıklarımız, yerini çoğu kez içerde insanın doğasında gizli başkaldırıya bırakır. Ölüm sırasında bile insanı yalnız bırakmayan doğası, onu ortaya çıkaracak bilgiye ve bilince gerek duyar. O zaman isterseniz suskunluk içinde olalım, bekleyişimizin anlamı vardır.
Savaşın acımasızlığını sonuna dek yaşayan Paul Eluard’ın dizesine inanmak zorundayız:
“Gece hiçbir zaman tam karanlık değildir.”
|