Bize biçilen görüntülere boyun eğmeyeceğiz
Sinema kuramcısı Dziga Vertov, o muazzam Kinoglaz Manifestosu’nda şöyle der: “Kahrolsun burjuva senaryoları! Kahrolsun günlük yaşamımızın tiyatroda sahnelenmesi. Bizi olduğumuz yerde yakalayıp çekin!”
Vertov’un sinema anlayışı yalnızca gerçeklik üzerine kuruludur. “Bir gözüm ben, mekanik bir göz” derken, bize ‘düşen, kırılan, hareket eden’ nesnelerle birlikte aynı hizada ve aynı vakitte hareket etmeyi işaret eder. Gözünü vizör yaptığı “Sine—göz” dediği kuramla, görülmeyeni/görülmesi engelleneni ve masallar üzerine kurulu olan senaryoları yerle bir ederek hakikati gösterir.
Bu gazetenin sayfalarına da egemenlerin senaryolarını değil ‘hakikati’ ulaştırmış arkadaşlarımızın büyük bir çoğunluğu bugün tutsak. Kaldıkları evler taranırken, gözlerinin önünde sayısız insan katledilirken, sıkıştıkları duvar diplerinden ölüm enselerinde bir halde haber ulaştırıyorlardı. Görülmeyeni göstererek, gazeteciliğin evrensel anlamını Kürdistan’ın yerle bir edilmiş kentlerinde yaşatmaya çalışıyorlardı.
Hiç fire vermeden, bugün her biri yaptıkları haberler nedeniyle yargılanıyorlar. Bu haberler, ismini duyduğumuzda kahrolduğumuz çocukların katledilmiş bedenlerinin yanında yazdıkları haberlerdi. Egemen senaryolarının sakladığı hakikate rağmen, onlar bizi olduğumuz yerde yakalayıp çekiyorlardı.
Emek verdiği sözcükleri tutsak edildiği yerden bize ulaştıran Necmiye Alpay, barış çabalarının suç sayılabileceğinden bahsetmişti. Özellikle son iki senedir, içinde ‘barış’ geçen hemen her şeyin ne denli cezalandırıldığına yüreğimiz çatlarcasına şahit olduk. Bir ‘barış’ın kaç parçaya bölünebileceğini, koskoca meydanlarda insanların bedenlerini ararken gördük. Peki bunca karanlığa ve zulme rağmen hangimiz yıldık? Hakikatin peşinden koşmak, ortaya çıkarılması için çabalamak, toplumsal belleği ve barışı sağlamak, bu meseleyi irdelemek ve uğruna bedeller ödemek Arjantin örneğinde de olduğu gibi hayli kanamalı bir mücadeleye işaret ediyordu.
“Gerçeği bilmek, ne kadar ağır olursa olsun, özgürleştirici” diyordu Aslı Erdoğan da. Yıllardır süren özgür basın geleneğindeki ‘özgür’ ifadesi de boşuna değildi. Defalarca büroları bombalanan, çalışanları katledilen bir basın, belki de ‘gelenek’ ifadesindeki yok edici karanlığı tarihte ilk kez ışığa döndürüyordu: Özgürlük. Adı Ülke, adı Gündem, adı Demokrasi… adı her ne olursa olsun değişmeyecek olan; gerçeği ulaştırmak özgürlüğüydü. Gerçeği bilmenin peşinden koşan Aslı Erdoğan ile yıllardır barış için mücadele veren Necmiye Alpay’ın, Özgür Gündem’in danışma kurulunda oldukları için tutuklanmaları hiç şaşırtıcı değil. Tıpkı Özgür Gündem mücadelesinde tutuklanan Zana Kaya, İnan Kızılkaya, Şebnem Korur Fincancı, Erol Önderoğlu ve Ahmet Nesin gibi.
Gündem’e baskın olduğunda sıranın bize geleceğini bilerek arkadaşlarımızın koltuklarına oturup haber geçtik. Biteviye gündem toplantısını mühürlenen binanın önünde yerde oturarak yaptık. Egemenler, editörlerini aldığını ve gazeteyi mühürleyerek kapattığını zannededursun, gerçek; ‘özgür’lüğün parmak uçlarındaydı.
Bu yazı belki daha uzun, yahut daha güzel yazılabilirdi fakat “söylenecek sözün çokluğu bazen insanı dilsiz bırakırmış.” Kırmızı Pelerinli Kent’teki yalnızlığı buram buram kokladığımda, insanın en çok korktuğunun kendisi olduğunu fark etmiştim. İnsan esasen yalnızlıktan korkuyordu, yani kendinden. Bugün Aslı’nın, Necmiye’nin ve arkadaşlarının nasıl korkusuzca yazdığını görmek, çalışanları gözaltına alınmış bir gazetenin gündem toplantısını yola serilip yapabilmek bizatihi yalnız olmadığımızın göstergesi. Bunca baskıya, savaşa, öldürülmeye rağmen gerçekleri ulaştırma gayreti, sanıyorum bizim en büyük özgürlüğümüz. Işığa koşan kelebekler gibiyiz, bugün değilse yarın, o umut yaşamın kendisi olacak.
“Senaryo üzerinde uydurulmuş bir masaldır” diyen Vertov, ‘Sine—Göz’le gerçeği olduğu gibi yansıtmak için korkusuzca kaleme aldığı manifestoyu şöyle bitiriyordu: “Biz kendi yaşamımızı yaşarken üzerimize biçilen görüntülere boyun eğmeyeceğiz!”
|