Aslı’ya kartpostal atmayacağım…
İnsan olarak bir zaafımız var. Acı veren bir olay karşısında infiale kapılıp analitik düşünme gücümüzü yitiriyor, olayın duygusal yönüne saplanıp kalıyoruz. Aslı tutuklandığından beri sosyal medyada yazılıp paylaşılanları izlediğimde yine bunu görüyorum.
Doğrudur, Aslı fazlasıyla kırılgan ve hassas bir insan. Evet, Aslı’nın bir takım sağlık sorunları var, evet Aslı’yı altı gün çişli yatakta yatırdılar, evet Aslı geçmişte de erkek erkinin ve siyasinin otoritenin incittiği biri ama bütün bunların romantizmi içinde kaçırılan bir şey var: Aslı neden tutuklandı?
Özellikle tarihin görüp görebileceği en tuhaf, sözcük dağarcığımıza “kalkışma” gibi bir terim kazandıran darbe girişiminin ardından gelen tutuklamalar tufanında sosyal medyada Aslı’nın FETÖ nedeniyle gözaltına alındığını zanneden bazı aklı evvellerin paylaşımını okumuş ve bu trajikomik halimize inanamamıştım. Bir insan bu kadar tanınmaz ve anlaşılmazken inatla arkasından yorum yapmak da bizim kültürümüze has bir gelenektir. Sonuçlarla ilgileniriz biz, nedenlerle değil!
Bu ülkenin sağlayabileceği en iyi eğitimi almış, üstün zekâlı, kelimenin tam anlamıyla bir “Beyaz Türk” olan Aslı Erdoğan, bilimle uğraşırken elinin tersiyle her şeyi bir kenara itip yazıyla hemhal olmayı seçtiğine göre neden uslu uslu oturup da edebiyatın engin sularında gemisini –üstelik pek de ustalıkla— yüzdürmek dururken barışa ve insanların özgür, eşit ve kardeşçe yaşamaları gerektiğine olan inancıyla bir aktivist olarak da var olmayı tercih etti?
Aslı’nın akademik geçmişini, edebi başarılarını, zekâsını, hastalıklarını, içeride gördüğü muameleyi, çişli yatakları, temiz havaya çıkarılmamasını, hastaneye kaldırılmasını, ölen kedisini özlemesini, dışarı çıkınca omzuna yaptıracağını söylediği dövmeyi acılar içinde karşılayarak ağlaşmak yerine bunların altında yatan nedeni sorgulamak gerek. Aksi halde Aslı’yı bir demokrasi kahramanı ve özgürlük savaşçısı olarak bağrımıza basar 3 gün sonra onun orada bulunma nedenini unutuveririz. O zaman bütün bu süreç, düzenin ayağına batmış bir kıymık, vicdanları sızlatacak bir kurban olmaktan öteye gitmez.
Tıpkı Suruç’ta Kobani’nin yeniden inşasına, çocuk parkı yapmaya gitmek için toplaşan gençlerin parçalanan bedenlerini, Gezi direnişinde ekmek almaya giderken katledilen Berkin’i, Mardin’de 13 yaşındayken 28 kişinin tecavüzüne uğrayan N.Ç.’yi, cesedi Bodrum sahilinde karaya vuran Alan bebeği, Gaziantep’de 9 aylık bir bebeğe yapılan cinsel istismarı ve yine aynı şehirdeki bir düğüne yapılan çoğu çocuk 51 kişinin ölümüyle sonuçlanan saldırıyı sadece bir fotoğraf karesi olarak değerlendirerek yaratılan bir vicdan pornosuna dökülen balık gözyaşlarına ortak olmak gibi.
Bütün bunları içinde yaşadığımız coğrafyada oynanan oyunların büyük ve tek fotoğrafının birer parçası olarak gördüğü ve bu zulme ağlamak yerine direndiği için “bizden olmayanı ortadan kaldıralım” düsturunun gazabına uğramıştır Aslı. Coğrafya için değil tarih için yaratılmış insanlardan biri olduğu için.
Onu her zaman bedeniyle de bir parçası olduğu aktif eylemlerin içinde ve çoğunda öncüsü olarak gördük.
İşte bu nedenle Aslı’ya kart atmayacağım. Şimdi ayağa kalkıp daha somut bir şeyler yapmak zamanı olduğu için, bunu Aslı’nın geçmişte yaptıklarının yanında çok pasif bulduğum ve düşünülecek olursa attığın kartı sosyal medyada paylaşmanın yukarıda saydıklarımdan hiçbir farkı olmayacağı için. Aslı Erdoğan ve Necmiye Alpay’ın adresinin Bakırköy Kadın Kapalı Cezaevi C—9 Koğuşu olduğunu kabul etmediğim için.
Elbette içeride bir insanın gelen kart ve mektuplarla içinin nasıl aydınlandığını yadsımıyorum. O yüzden gönderen arkadaşların yüreğine sağlık. Ama bundan fazlası gerek.
Ne demeye getirdiğimi merak edenlere 15 Temmuz 2016 tarihinde kendi sitesinde yayımladığı Quis hic locus başlıklı yazıyı okumalarını öneririm. O yazının girişinde şöyle diyor Aslı:
“Temmuz sıcağından ya da bayram trafiğinden yakınırcasına, alışkanlıkla giriyoruz konuya, yıkımdan, kıyımdan, felaketlerden, tüyler ürpertici cinayetlerden konuşuyoruz çabucak, umutla umutsuzluğun, unutma isteğiyle yüzleşme gereksiniminin kıyasıya çarpıştığı cümlelere dolanıyoruz, gün boyu konuşuyor, konuşuyor, suskunluğa geri dönüyoruz.”
Yani yukarıda değindiğim şeyi dile getirmiş: Acıyı kanıksamak ve susmak…
Ve aynı yazıyı şu cümle ile bitirmiş:
“Burası, hayatın son anlarından, son seslenişlerinden ve çığlıklarından dokunmuş suskunluğumuz, ölülerle paylaştığımız ıssız çölümüz…”
İşte o çölü yeşertmenin ve tekrar yaşanabilecek hale getirmenin yolu, bu topraklar üzerinde insanca, kardeşçe, birbirimizin hak ve özgürlüğüne, sözde değil özde demokrasiye inanarak ve onu kollayarak yaşamaktan geçiyor. Yoksa, söz uçar ve yazı incinir. Hepsi o kadar. Olduğuyla kalır.
Not: Ben bu yazıyı yazmaya başladığım günlerde Aslı Erdoğan’ın arkadaşlarıydık. Şimdi sonlandırırken Necmiye Alpay da içerde. Artık biz ikisinin, barış, özgürlük, demokrasi ve halkların kardeşliğine inanan herkesin arkadaşıyız.
Ama artık ayağa kalkma zamanı, sesimizi duyurmak için daha yüksek sesle haykırma zamanı!
|