Barışname ya da başka bir şey
Girizgâh
Bir hayal ve birçok hayâ içerir!
Barışname
Bir çiçeğin güzelliğinin seyir süresi kaç zamandır? Bir nehrin, bir çağlayanın sesini aşkla dinleme süresi peki? Ya bir ormanın yeşilin farklı toplarıyla uzayıp gitmesini seyretme keyfi. Bir dağın yüceliğine hayran hayran sabitlenen bakışların süresi ne kadardır. Tamam, bu sorular burada dursun, dünyanın güzel olduğu fikri de burada dursun. Bu şimdilerde sadece acı veriyor. Acı da dursun. Alıştığımız nedir, öncesi nedir, bunları da karıştırmayalım.
Diyelim ki bahar gelmiş… Diyelim hem de tek bir çiçek önden habercisi olmuş da diyelim biz farkına varmamışız. Ah ne ahmakmışız. Gelmiş işte ve de hoş gelmiş. Bahar gelmiş, barış gelmiş; bir bakmışız gelmiş. Zamanı mı sorulur böyle bir durumda. Birkaç defa daha ‘hoş gelmiş’leri hak ediyor. Biz içimizde bunları çoğaltalım şimdilik. Şimdilik panayır var, şimdilik ne diyelim? Dağarcıklarda bunu tek başına karşılayacak bir kelime yok. Aman be, üretmeyeceğiz de! Bilmediğimiz, yaratılmamış o kelimenin güzelliğini yaşıyoruz. Şimdilik bu böyle. Devam edelim.
Barış gelmiş de eli boş mu gelmiş, takmış peşine huzuru öyle gelmiş. Ağızlar kulaklarda. Az daha yırtacak olanlar var dudak yaylarını. Gerilmiş de gerilmiş. Dişler, artık kimse rengini, tonunu önemsemeden, artık kaç tane kalmışsa yuvalarında, onlar da gururla ortada. Kimse eliyle kapatmıyor üstelik. Eller havada, parmak şıklatmayı yeni öğrenmek isteyenler var. Deniyor bir iki… Başarıyor ki başarmasa ne olacak. Parmaklar kendiliğinden şıklatıyor notayı. Islığı yeni öğrenenlerin ilk yaptığı şey, mutluluk gözyaşı dökmek oluyor. Neden çocukken öğrenmedim, diyenler oluyor. Çocukluk uzakta. Hatırlamak istemeyenler var. Çocukluk çok uzakta. Islık dersleri çabucak verimini veriyor. Öyle mutlulukla deneniyor ve şarkıya döndürülüyor dillerde. Denemek değil herkes şevkle şarkısını şakıyor. O an Azrail gelse gıdıklanarak karşılanır. Dur bir kez daha nakaratı ıslakla da öyle alayım seni, der ve alkışla bekler. Güle oynaya. Oynaya katıla, huzur gelmiş ya. O gün mutluluktan öleceklerden biri olmak için yarışanlar olacak. Barış gelmiş ya!
Ohoo hoo barış gelmiş, yeniden elmayı yazmaya başlıyoruz, yeniden çiçekleri, yeniden yazıyoruz aşkı. Önce afallıyoruz bir iki. Uzun süredir yazmamışız gazel, uzun süredir güzellemelere değmemiş dilimiz de ondan. Sonra yolunu buluyor da öyle akıyor cümleler, seciler, kafiyeler, mısralar. Bembeyaz sayfalarla gülümsüyoruz, doğayı yazıyoruz. Çocuklar durur mu! Onlar da çiziyor yeni bir dünyayı. Aslı hep yazıyor, İnan yazıyor, Zana yazıyor, Necmiye yazıyor, beraber büyüttükçe büyütüyorlar barışı.
Ya Da
Hemen yanımızda bir çocuk. Durgun. Bir gözü gülümserken diğer gözü hüngür hüngür ağlıyor. Şaşırıyoruz. Çünkü barış gelmiş, insan tüm gözlerle gülümsemeli. Biz sormadan kendisi başlıyor anlatmaya. Barış iki saat önce gelseydi, diyor, babam da sevinebilecekti. Sonra hemen yanındaki kadın, “dört saat önce gelseydi oğlum da yaşayacaktı bu sevinci” diyor. Derken artıyor bunlar. “Dün olsaydı kardeşim de yaşıyor olacaktı.” “İki gün önce gelseydi arkadaşım da aramızda olacaktı.” “Bir hafta önce komşumuz…” “Sekiz gün önce yitirdiğimiz üst kattaki genç…” “Bir ay önce okuldan arkadaşımız…” “Bir yıl önce olsaydı yüzlerce yurttaşımız aramızda seviniyor olacaktı.” “On yıl önce getirebilseydik barışı, binlerce insan şimdi ne güzeldi.” Herkesin bir gözü ağlamaya başlıyor sonra. Sadece bir gözle gülebiliyoruz artık. Yarım dudakla. Bir elin parmakları şıklatılıyor. Yarımız geç gelen barışın hüznünde yarımız da ‘gelmiş barış’ panayırında.
Başka
Gelgelelim güne. Maalesef ki barış henüz gelmedi! Maalesef kendisine doğru adım atmadığımız her gün biraz daha uzağına düşüyoruz barışın. Yukarıdaki gibi bir tablo için gözünü kırpmadan canını verecek insanlar var ülkemizde. Altmış yılın her günü ölmüş insanlar var. Yetmemiş günleri öğünlere bölmüşler ve bir kez de öyle ölmüş yetmiş yaşında insanlar var. Henüz sekiz yaşında ama gözlerine bakınca mazinin cehennemini hissedeceğin çocuklar var. Otuz yaşında otuz bin defa parçalanmış ama gömülmemiş gençler var.
Bir Şey (Öte yandan)
Katil yetiştireceksin ya da maktul! Bayrak denilince ölecek öldürecek, tarih denilince ölecek öldürecek, din denilince ölecek öldürecek, mezhep denilince ölecek öldürecek; vatan denilince, dava denilince, toprak denilince, sınır denilince; sultan deyince, saray deyince ölecek öldürecek katiller maktuller ülkenin cansız örtüsüne dönüşmüşken… Evet dönüşmüşken, ya kurbansın ya da makul! Sesin çıkmasın diyedir, yasalar nezdinde; hem pula muhtaçsın hem paraya kul! Aklın basıp da ‘neden bu ölümler’ diye, sesin çıkmasın diye, ya cehalet tokasıyla mühürlenmişsin ya da Acun medyasına mahkûm. Müstahak değilsin hiçbir zaman bu zulme ama de artık “yıkılsın bu düzen” de artık “barış hemen şimdi!”
|