Alevi tutmak
Çocukluğumda, bizim ev gaz sobalarıyla ısıtılırdı. Oturma odası, misafir odası, yemek odası ve mutfakta kışın kurulan farklı markalarda sobalarımız vardı. Yatak odalarındaysa soba kurulmaz, yorgan, battaniye ile ısınırdık. Özel durumlarda, —hastalık gibi— oturma odasındaki divanda yatılırdı. İzmir’de soğuklar birkaç ay sürse de, sıcağa alışkın bizler için, üşütücü olurdu. Bilmem sen gaz sobalı günleri hatırlar mısın Aslı? Benden on yaş küçüksün. Yaş farkı, edebiyat arkadaşlığı için elbette önemli değil, kaç yüz yıllık yazarlarımızla, sanatçılarımızla edebi dostluğu paylaşıyoruz. Böyle düşününce, aynı çağda yaşamak önemini kaybediyor zaten. Öte yandan, hatırlama ve hatıralara gelince, paylaşılan dönem fark ediyor; ama çok da değil(O)
Bu sobalardan en sevdiğim Vezüv marka olandı. Silindir biçimindeydi, önünde bir mika camı vardı. Yanarken, arkasına takılı gaz bidonundan, hafif lıkırtılarla akan gazın sesini duyardık. Sıklıkla mika camdan bakıp alevleri seyrederdim. Sarı, kızıl ateş dilimleri yükselir, bazen de mavileşirdi. Öyle büyüleyici oynaşırlardı ki, sıcaklık gözümü korkutsa bile, sobanın mika camlı minik kapısını açıp onları tuttuğumu düşlerdim. Alevler! her zaman büyüleyici.
Büyüsünü yapansa bizim bakışımız. Çok az insan, kalbiyle ve aklıyla birlikte dikilir bacaklarının üstünde. Alevi tutmak, kalbin isteğiyse, acına katlanmak da aklın sabır veren bilgisi olmalı. Kendinden dışarı bakan gözlere, yaşamak bir nişan emanet eder. Artık O, nerede olsa, nereye gitse alevi tutmayı düşleyendir. Duyarlı olmak, pek konforlu değildir yaşamda; çoğu zaman canını yakmak isteyenlerle çevrildiğini hissedersin, azınlıksındır ama böylece çoğunluğun sessizliğini duyarsın görünmez duyargalarınla.
Kırmızı Pelerinli Kent’i bir yolculuk sırasında yanıma almış; uçarken okumuştum. Öylesine kaptırmıştım ki kendimi, sanki biletim yazdığın ülkeye kesilmişti. Oraya doğru gidiyordum. Coğrafyanın sıcaklığı içime değmişti. İnsanların umarsızlığı ve umursamazlığı, kendini hayatın akışına teslim edişi, alışılmış, görünmez sefaletin ortasında; odanda yaşadığın boğuntuyu, kalbine bir iğne ağırlığıyla düşen acıtan sesleri işitmeni…
Turistlerin plajlardan, şık dükkânlardan, otellerden avuç avuç tatil anılarıyla döndüğü Rio de Janeiro’da, sen tersine, arka sokaklarındaki kirli sulara basarak yürümüş, kalbine değenlerin, aklınla acısını damıtmıştın. Sonrasında yazdığın, yaptıkların, yaşadıklarınsa değerini hep bu gözü pek insanlığından aldı gücünü. Kendi ülkende, arka sokakların seslerine elbette duyarsız kalamazdın!
Bir yazar, tam da bu yüzden öz/erk olmalı. Tüm siyasi erklerin anlamaktan kaçındığı mesele bu. Ve, biliyorsun Aslı; özündeki bireysel erk’in olmasa, duyarlığın eksilirdi yaşamından. Soğukkanlı, siyasi erk’lerin oradan oraya savurduğu çoğunluk gibi… Düşünmez/ Duygusal olmakla karşı karşıya kalırdın.
Halbuki seni alıkoyanlar, yazdıklarını okuyup öz’ümselerdi(?!), o zaman, bileceklerdi ki, sen bir yazar olarak angaje olmazsın. Senin, yalnızca sana ait düşüncelerin, güdümsüz tavırların olabilir. Seni yanına çağıran olaylar değil, olguların ardındaki çok boyutlu edebi/ebedi insan resimleri. Yıkılan evlerin kaç kez umarsız bırakılmış insanlarını, çocuklarını, bebeklerini… Durmaksızın dağılıp da, bir türlü yörüngesine varamayan kaderlerini(!) gören gözlerin. Tarafsız olamazdın. Kendinin tarafı vardı. Bu yüzden, şimdi, siyasi taraftarlıkla seni yaftalayanları, onlardan daha iyi anlıyorsun. Alevleri tutma düşünden, kaçamazdı iç görün. Hissediyorum, içerde yaşadıklarını, şimdi de gördüğün insanlarla anlamlandırmayı sürdürüyor zihnin. Tutulduğun yerde, sen özerk bir yazarsın Aslı’nda.
Sonra, Necmiye Alpay’ı aldılar… Ötesi kimdir? Bilmiyoruz. Necmiye Alpay’sa, yazdığımız Türkçenin varlığını, emekle sorgulayan, çağdaş bir dilbilimci. Tüm bunları yazmak bile anlamsız belki. Hepsi karşı anlayışların göremediği edimler. Şimdiki gerçek şu ki, oradasınız ve dışarıdaki aydınlara gözdağı yaptılar sizi. Gün gelir, göz görür, dağın dili çözülür diyelim; umudumuz olun.
|