Aslı Erdoğan ve düzenin intikamı
+10
share
tweet
share0
mail
Aslı Erdoğan’la on küsur yıl önce tanışmıştım. O zamanlar çıkan bir edebiyat dergisine yapacağım bir röportaj nedeniyle.
Hareketli günler yaşıyordu. “Kırmızı Pelerinli Kent” romanı Norveççeye çevrilmişti. Hem de ‘Marg’ serisinden (Not: Marg, edebiyatın omuriliğini oluşturan yazarların eserlerinin yayınlandığı seri).
Ama biz röportajda acı şeylerden konuşmuştuk.
Dünyada bu kadar saygı görüyorken, ülkesinde hiç saygı görmemesinden mesela!
Hatırlayanlar olacaktır, on küsur yıl önce, Aslı Erdoğan bir skandalın yıldızı konumundaydı bu ülkede. Adamın biri, bir roman yazmış ve sonra da romanımdaki kadın Aslı Erdoğan’dır buyurmuştu!
Aslı bir günde şöhret(!) oldu o sıralar. Magazin dergilerinin kapaklarına falan çıktı.
Oysa çok önemli 3 kitap yazmış, çok önemli bir edebiyatçıydı o tarihte. Kabuk Adam (1994), Mucizevi Mandarin (1996) ve Kırmızı Pelerinli Kent (1998).
Ne yazık ki ülkede Aslı Erdoğan’ın edebiyatçı kimliğini ve romanlarını ipleyen yoktu.
Saygısızlığın bini bir paraydı.
O röportajda, ülkedeki edebiyat aleminin de onu çok yalnız bıraktığını, kendi kuşağının ve bir önceki kuşağın onu tümüyle görmezden geldiğini anlatmıştı. Avrupa ülkelerinde gördüğü saygının ve desteğin zerresini kendi ülkesinde göremiyordu.
Aslı Erdoğan’ı tanıyanlar bilir. Tümüyle kendine has, naif bir insandır. Kafasının içinde her an elli tane tilkinin horon teptiği Türk tipi insanla uzaktan yakından alakası yoktur.
Kadın olmanın da acısını çekiyordu.
Röportajda şunu özellikle belirtmişti:
“Türkiye’nin esas problemi, kadın düşmanlığı. Kadını da erkeği de, kadından nefret ediyor. Biz kadınlar o kadar uzun süre ve sistematik olarak ezilmişiz ki, tek şansımız ezenle özdeşleşmek olmuş. Kurban olmaktan o kadar utanıyoruz ki, kendimizle özdeşleşemiyoruz.”
Röportajın üstünden 12 yıl geçti ve Aslı Erdoğan tamamen haklı çıktı.
Türkiye kadınlar için tam bir cehennem haline geldi.
Aslı Erdoğan’a gelince… İyi bir yazar, iyi bir insan ve özgür bir kadın olmanın bedelini fazlasıyla ödedi.
Çünkü:
“Güç ve iktidar odaklarında pek çok erkek var ve bunlara yeterince saygıyla yaklaştığınızda kapılar açılabilir. Ama ben insanlarla ast üst ilişkisine girmem. Herkesle eşitim. Ve bu kadar hiyerarşik bir toplumda ister istemez çuvallıyorum.”
O güzelim romanlarıyla ilgili gerçek / yapıcı eleştiriler alamadı bu ülkede. Dostluk göremedi.
Bir aralar Radikal’de köşe yazarlığı yapıyordu.
Ama köşe yazarlığını asla ‘güç’ olarak kullanmadı.
Köşesini cezaevlerinden gelen mektuplara açmıştı. Açlık grevleri ve cezaevleri konuları bunlardı. Televizyondaki soytarılıklarla ya da popüler kültürle ilgili ‘derin’ yazılar yazmadığı için yarı deli ilan edildi, gazeteden çıkarıldı.
Giderek daha da yalnızlaştı.
Başından beri ‘farklı’ yaşıyordu zaten. Sağlıksız koşullarda, döküntü evlerde, neredeyse hiç yemeyerek, çok az parayla…
Acı ile tuhaf bir ilişkisi vardı.
Hayatını acı çekerek yaşıyordu. Ama arabesk bir acı çekmek değildi bu, sanki acıyı anlamaya çalışıyordu.
“Kendini mi cezalandırıyorsun?” diye sormuştum. Romanlarını okuyanlar bilirler çünkü. Onun bebeklikten itibaren yaşadığı travmaların izini sürmek mümkündür kitaplarında.
“Hayır” demişti. “Şunu savunuyorum ben: Bu dünyada çok büyük acılar var ve insanın buna gözünü kapamaması gerekiyor. Bu da ister istemez acıyı gerektiriyor. Acıyı sevmek değil bu, acının kaçınılmazlığını kabul etmek. Çok korunaklı, çok hijyenik ortamlarda mümkün olmuyor (gerçek) hayat. Yani kafeler barlar, o festivalden bu festivale koş, her şeyi oku, en iyi lokantalarda yemek ye, sosunu beğenmediğin bonfileyi geri çevir… Yok, böyle bir şey değil hayat. Olmamalı!”
Bu bağlamda, tanıdığım en cesur insanlardan biridir Aslı Erdoğan.
Hem de tüm o masumiyetine, fiziksel zayıflığına rağmen.
Bildiği gibi yaşamaya ‘cüret eden’ bir kadın, dik başlı bir edebiyatçıdır.
Aslı Erdoğan bir Avrupa ülkesinin vatandaşı olarak doğmuş olsaydı, bugün çok farklı bir yerde olurdu. Kadın olarak, insan olarak ve edebiyatçı olarak!
Türkiye’de ise kaderi yalnız bırakılmak, görmezden gelinmek, fazla ‘saf’ bulunmaktı.
Yalnızlık zordur. Yalnız bırakılmak ya da yalnızlığı seçmek, zaman içerisinde ruhu da, bedeni de, beyni de çok hırpalar.
Hele, hak edilen değeri ve saygıyı görememek!
Yabancı ülkelerde adı saygıyla anılan, Lire dergisi tarafından ‘Geleceğin 50 Yazarı’ arasında gösterilen, çeşitli burslar verilen yazarımız, kendi ülkesinde ancak kaynar su ile haşlandığında haber olabiliyordu.
Aslı Erdoğan daha sonra yeni kitaplar yazdı, ‘Taş Bina ve Diğerleri’ ile 2010’da Sait Faik öykü ödülünü kazandı (nihayet!).
2011’den beri de Özgür Gündem’de yazıyordu.
Ve işte, şu milattan sonra 2016’da, azılı bir terörist gibi tutuklanıp, hapse konuldu.
Yazıları nedeniyle.
Adını anmaktan özenle kaçındığımız o coğrafyada, o bodrumlarda olup bitenler hakkında yazdığı için. Faşizm günceleri yazdığı için.
Basmakalıp, kuru kuru siyasal saptamalar içeren yazılar olsaydı bunlar, sorun yoktu. Ama Aslı Erdoğan canıyla, ruhuyla yazıyordu. Bir edebiyatçı gibi yazıyordu.
İşte o noktada, sorun vardı.
Aslı Erdoğan’ın tutuklanması, bir ‘intikam’ meselesidir.
Düzen, Aslı Erdoğan’dan intikam alıyor.
Başına buyruk yaşamaya cüret ettiği, diğer insanların acılarını kendi acısıyla bir tuttuğu için.
Kadın olduğu için, edebiyatçı olduğu için, yalnız olduğu için, herhangi bir klana dahil olmadığı için, fiziksel olarak zayıf olduğu için…
Özellikle seçilmiş biridir.
Bir kurban.
Aslı Erdoğan’ın, yani dünyaca tanınmış bir edebiyatçının tutuklanmasının, tecrit edilmesinin, ilk günler ilaçlarının dahi verilmemesinin başka bir açıklaması yoktur.
Tutuklama olayından sonra edebiyat çevreleri ayağa kalktı elbette. Aslı Erdoğan’ın büyük bir edebiyatçı olduğu hatırlandı. Görmezden gelinme ve tuhaf bulunma dönemi bitti. Tüm kitapları ve uluslararası başarıları, onu hiç tanımayanlara tanıtıldı.
Çünkü aynen o slogandaki gibi, “Aslı Erdoğan içerdeyse, hiçbirimiz dışarıda değiliz!”
Kötülüğün beslenmesine öyle uzun süre göz yumduk ki, artık hepimizi yutmak üzere.
|