Gündüzün Kıyısına Doğru
Vaziyetler ortada. Kafa bir içeridekilere gidiyor bir dışarıdakilere…
Sürgün…
Sürgün…
Sürgün… Kafadan geçenler yolunu dile de düşürünce bazen sayıklama olarak düşüveriyor hava boşluğuna. Hangisinin ne kadarının dile, ne kadarının kalbe ne kadarının da kâğıda döküldüğü tanıklık etmek isteyince biliniyor.
Edebiyat düs¸ünürü Edward Said, sürgün kavramını incelediğinde şair, yazar veya düşünür olan entelektüel kis¸inin sürgündeki durumuna dair şunları söyler:
“En hüzünlü yazgılardan biridir sürgün. Modernlik öncesi dönemlerde sürgün iyice korkunç bir cezaydı, çünkü sadece aileden ve as¸ina mekânlardan uzakta amaçsızca dolas¸maktan öte bir s¸eydi, aynı zamanda kendini hiçbir zaman evinde hissetmeyen, etrafına hiç uyum sagˆlayamayan, geçmis¸e yatıs¸tırılamaz bir acıyla, bugüne ve geleceğe ise buruklukla bakan biri, sürekli toplumdıs¸ı olan biri olmak anlamına da geliyordu.”
Memlekete dönüp bakınca “sürgün ve edebiyat” diye bir laf ettiğimde aklıma Aziz Nesin’in Bursa’daki sürgün günlerini, Bursa sokaklarında karşılaştığı arkadaşlarının kendisini görmezden geldiklerini ya da Nesin’i görüp uzaktan bir el sallamaktan öteye gitmeyip başka sokaklara saptıkları gibi anılarını anlattığı “Bir Sürgünün Anıları” adlı kitabı geliyor.
Özellikle bu anılarını hatırlama sebebim ise aşikâr…
Yanlışlıkla(!) insanların bombalandığı, vurulduğu, sokağa çıkma yasağının olduğu yerlerde oyun çağındaki çocukların evlere hapsoldukları, cesetlerin dolaplarda günlerce bekletildiği, zalimin yarattığı dinin bahsettiği cehennemde inançları ve toprakları gereği insanların yakıldığı…bunları barış için meslekleri gereği, vicdanları gereği haber yapan insanların içeri alındığı, alınmasalar bile ne olur ne olmaz niyetiyle duvarlara iliştirilen parmaklıkların soğukluğunu avuçlarında hissetsinler diye sorgulandığı…
ve bazı ekranların
ve radyo kanallarının
ve sosyal medya hesaplarının da desteğiyle bu suçların temize çekildiği, okunması zor, yorumlanması kolay aynı tabiattaki insanlara reva görülen, muktedirin damgaladığı bir zalim yazı karabasan gibi dolaşıp duruyor alınlarda.
Tüm bunlarla beraber alnının ortasına aynı yazı damgalanmasın diye kaçanlar, alınlarındaki telaşları boğazlarına inince sesleri kısılıp çıtları çıkmayanlar oldu. Muktedirin uygun gördüğü özgür(!) düşünceye biat edip zihinsel, fiziksel ve ruhsal alanlarda hayatlarının güvende olduğu illüzyonu ile hayatlarına devam edenler oldu. Kendilerini, kendi iradeleriyle sürgüne gönderenler oldu. Bunlar düşünüldüğünde hangimiz sürgün olmadığını iddia edebilir?
“Boyun eğme düşüncesi, inanmak, bağlanmak. Şöyle uzakta durup baktığım zaman, insana inanmayalarınönderliğinde giden insan yığınlarında,bana son derece dokunan bir şey var.” diyor Walt Whitman.
Hangimiz gerçekten bu durumun kendisine dokunmadığından, kendisine dokunmasa bile yakın ya da uzak gelecekte çocuklarının özgürlüklerine— daha da açık konuşmalıyım— hayatlarına kastedilebileceği düşüncesiyle gamsız, tasasız ferah bir hayat sürebileceğini iddia edebilir?
Nesin’in sürgün döneminde uzaktan el sallayıp sokaklara kaçanlar yerlerini, bu koyu bu derin karanlığın yarattığı ahvalin kıyısından köşesinden öylesine geçmiş olabilmek için bir tivitlik destek cümleleriyle boy verenlere bıraktılar. Kendilerince başka sokaklara saparak görmezden gelir oldular. Oysa kaçabilecekleri sokaklar azaldı. Karanlık büyük bir hız ve acımasızlıkla özgürlük alanlarımızı daraltır oldu. Kaçacak yer kalmadığında tanıklık ettiklerimizi görmemek için daha ne kadar kendi sürgünlüğümüzde varlığımızı sürdürebiliriz. En zoru da insanın kendi yarattığı sürgünde hayatta kalmaya çalışması olsa gerek.
Ben böyle derken Aziz Nesin de “Bütün insanlardan bir sert kaya direnci ummak haksızlık olur.” cümlesiyle dürtüyor zihnimi.
Yine de o koyu ve derin karanlıkta anlık desteklerle boy vererek değil, birlikte ve sürekli,geride, karanlığın içinde bir tekimizi bile bırakmadan, gözümüz birbirimizde, gönlümüz “barış”ta, gündüzün kıyısına doğru kulaç atmalıyız.
Umutla…
|