Deli kim?
Sabahtan beri midem ekşiyor. Neredeyse 10 sene önce romanlarından birini İngilizceye çevirdiğim Aslı Erdoğan için nöbet yazısı yazmam lazım. Ve bu sabah yazar Murat Özyaşar gözaltına alındı. Eşi ve yeni doğmuş bebeği ile birlikte yaşadığı evine sabahın köründe girip almışlar hem de. “Ne diye şafak sökmeden evine dalıyorlar? Adresi belli, kaçacak değil ya!” Bu replik neredeyse klişe haline geldi artık. Dejavu yaşattığı ise kesin.
Ha, bir de bugün yazar ve çevirmen Fahriye Adsay serbest bırakıldı, şair Renas Jiyan ise gözaltına alındı. Öyle yoğun bir trafik ki, takip etmesi zor.
Bir de baktık İMC kapatıldı, Zarok TV de öyle. Olup bitenleri biraz zorla da olsa tam bir mantık çerçevesine oturtacağız ki çizgi filmi gösteren çocuk kanalı kapatılıyor. Kanal çalışanları kararı anlamakta zorlanıyormuş. Acaba o kanalı izleyen çocuklara bu durum nasıl izah ediliyor peki?
Yazı nöbeti derken sinir nöbetine tutuldum sanki. Çünkü ben Aslı Erdoğan için nöbet yazısı yazmak istemiyorum. Ben Aslı Erdoğan’ı okumak istiyorum.
“Acaba Murat’ı bıraktılar mı?” diye meraklanarak haberlere bakıp durmak istemiyorum. Murat Özyaşar’ı okumak istiyorum.
Gözaltılar, tutuklanmalar, kapatmalar, baş döndürücü bir hızla devam ederken hangi davaya, hangi eyleme yetişeceğini bilemeyen zavallı biz az biraz delirir gibi oluyoruz. Ha, “delirmek”ten söz etmişken: Bilirsiniz, Aslı Erdoğan için “deli” diyen çok insan var. (Ne de olsa Bir Delinin Güncesi diye bir kitabı var!) Acaba doğru bir tespit mi bu? Şöyle düşünürsek, doğrudur: Deli olmak, her şeyden önce üstün bir zeka, cesaret ve başkalarının göremediği, veyahut görmediği veyahut görmek istemediği şeyler görme yetisi ve/veya görebilmek için bakacak gözüpeklik gerektirir. Bunların hepsi Aslı’da fazlasıyla var. Biz koşuşturarak gerçeklerle yüzleşmekten kaçınırken Aslı gözünü o gerçeklerin ta içyüzlerine dikti ve bir daha onlardan hiç ama hiç ayırmadı. Çünkü “deli Aslı”nın koskocaman bir de vicdanı var. Birçoğumuz vicdanlarımızın sesini hepten kapatamazsak da kısmayı pekala başarıyoruz. Çünkü vicdanımızı fazla dinlersek deliririz. Ve bizim için “deli” derler.
Kırmızı Pelerinli Kent’i çevirirken Çitlembik Yayınları’nda çalışıyordum. O dönemde psikanalist Arno Gruen’ün Normalliğin Deliliği isimli kitabını yayınladık. Gruen’ün bu kitapta anlattığı tezine göre (çok ama çok kısaca) insanlar, küçük yaştan itibaren üzerlerinde iktidar sahibi olan insanların sevgisini kazanmak için özerkliklerinden feragat ederler. Küçükken sevgisi kazanılmak istenen anne ve baba iken, ileride toplumun sevgisini kazanmak ister insan. İnsan dediğim, biz yani. Sevgisiz kalmaktan, incinmekten o denli korkarız ki, sahte bir ikinci kendilik geliştiririz. Topluma, yani üzerimizde iktidar kuran topluma gösterdiğimiz yüz budur. Böylece kendimize ihanet etmiş oluyoruz. İçimizde özerk bir kendilik kurma gizilgücümüz var. Fakat korkumuzdan onu bastırırız. Bu yüzden de kendimizden nefret ederiz. Ondan bundan sevgi toplayacağız derken o sahte yüzümüzü göstermeye devam ederiz. Normallik denilen şey böyle böyle örülür. Yani normallik dediğimiz şey, kendilerine ihanet ederek sevgi toplamaya çalışan, bu yüzden özerk bireyler olmayı başaramayan bir yığın sahte insanın ortaya koyduğu düzenin adıdır aslında. İşte bu “normallik” sayesinde türlü türlü şiddete göz yumabiliyoruz toplumca, tepki göstereceğimiz yerde koyunlar gibi güdülebiliyoruz.
Şimdi size sorarım: Deli kim?
Doğrusu, içinde bulunduğumuz “normallik”ten hazzetmeyenler olarak “delirme”nin tam zamanıdır derim. Bize takılmaya çalışılan prangalara inat, yaklaşma çabamız devam edecek. Bendeki öteki, ötekideki ben. Sen ve ben ve öteki ve ötekinin ötekisi sarılıp koklaşacağız. Birbirimize sarılarak kendimizi kötülüğe karşı siper edeceğiz. Bizim için “deli” diyecekler, ama birbirimiz sarılarak mücadele edeceğiz. Adımız “Barış” olacak, ve biz kazanacağız.
Çünkü aklı selim tek yol budur.
|