Kelimelerimiz uçurum olmuş
Elimizi tutan herkesin bileğini keserek, bizi onlardan koparamazsınız. Aslı Erdoğan’ın köşesi, onun fiziki yokluğunda ‘kopyası’ olmayan suretleriyle size dert olmaya devam ediyor.
Aslı Erdoğan, Necmiye Alpay ve nicesi…
Her gün eklenerek uzayan utanç listesi…
Lakin aramızdan çektiğiniz insanlarla, yıkılmayan bir etten duvara toslamakta var işte.
Ne “Özgürlük” senin iki dudağının arasında, ne de “BARIŞ” mal kavgasında sonlandırdığın bayram sabahının mezesi. Mesele tüm bunların çok çok ötesi…
Korkutarak, sindirerek bir sayıya tâbi tutmak istiyorsunuz. Dize getirmek, sus pus etmek. Fakat bilmediğiniz, tüm bunlar için bizim bir konfor alanında olmamız gerek. Oysa o kadar uzun süredir karanlıkta yürüyoruz ki, gözlerimiz kör siyaha evrildi. Kuyunun içindeki tüm mayınların yerini belledik. Yıllarca aynı kabusa uyanmanın da korkusuz olmak gibi bir belası var işte.
Ben tam da bunları yazarken İMC TV’nin internet üzerinden yaptığı yayın da kesiliyor. Binada polis, reji odalarında mühür, çalışanlar bir “düzene” sokuluyor. Arkalarında holding yok, sermaye yok, güç yok. Önlerinde koca bir belirsizlik, içlerinde doğru habercilik yapma inadıyla öylece uzaklaşıyorlar. İşte yine sağır eden bir sessizlik ve göz gözü görmez bir siyahın içindeyiz… Hafızamda kalan son kareye, mühre takılıyorum. Kapının boynundan bir ip geçirilmiş bina idam ediliyor. Herkes gibi saymaya başlıyorum önce kalan sinir hücrelerimi, ardından kapatılan 12 TV, 11 radyo kanalını…
Televizyon kanallarından, gazetelere, akademisyenlerden yazarlara uzayan bu çoklu zulüm, bilmeyip de şaştığımız bir durum değil elbet. Bizde gelenektir; sanatçı, gazeteci defnedilirken güzel sıfatlarla uğurlanır, yaşarken hayatı zindan edilir. Naaşı açıp bakabilsek eminim bu ironiye son tebessümü görürdük. Nihayetinde bu topraklar “değerlerini” hep böyle yolcular. Yaşarken de kişinin kendisi, dili, dini, üstü başı yok sayılarak kültürel zenginliği artırır mesela.
Tüm hayatını korkuları yönetmiş biri tarafından, korkmayanları hapse atmak güç değil, acizliğin ta kendisi. Çok kanalda, tek bakış açısını dayatmak, natif değil tiranlık. Hangi kanalda kimlerin konuk olacağını ve hangi konuların konuşulacağını belirlemek, köşe yazarlarının ne yazacağını saptamak ta sizin işiniz değil! Ve tabii bu kavramları bilmeniz beklenemez, çünkü siz dilbilimcileri de tutukladınız…
Bizden çekip aldığınız insanlar, endişemizi gidermek için “İçeriden” nadiren mektup gönderiyor. Bakıyoruz el yazılarına, satırların kayışına, harflerin duruşuna. Kalemi hep kullandıkları el mi? Gözlükleri yüzünde mi? Mektup çok kısa mı diye? Defalarca okuyoruz. Sonra annesi düşüyor aklımıza, sevdiği, yeni doğan bebeği. Hatta kimisi torun torba sahibi. O hasta diyoruz. İlaçları, diyeti? Kış geliyor diyoruz. Ama bu kez yolları kapatan kar değil. Sizin henüz elinizin değmediği gazete ve dergilerden ulaşıyor mektuplar. İşte o akşamüstü balkondaki sardunya okuyor mektupları bize, köklerini kendi gözyaşlarıyla sulayarak.
Çünkü biz ağlayamıyoruz onlar dimdik gülerken. Tüm bedeli onlar öderken, enseyi karartmak bizim için imkansız.
Şimdi tüm bu kırgınlıkların ötesinde sonu gelmeyen bir öfkeye nasıl dönüştüğümüzü anlatacak değilim. Bizi beşerden kelimeleriyle insan kılan uzuvlarımızı geri istiyoruz!
Bu zulmün bir sonu olsun, kalp çarpmalarının, utançların bir sonu. Ne meram, ne merhamet; hayatı masal tadında yaşayan bu güzel insanlara özgürlük istiyoruz!
Bak ne diyor Wilhelm Reich, “Dinle Küçük Adam”da;
“Kutsal sözcüklerin tohumunu ektim yeryüzüne
Palmiye ağacı göçtükten ve
Kayalar ufalanıp kum olduktan çok sonra.
Binlerce Nuh gemisi
Her tufanda şu sözlerimi taşıyacak;
Ekilen tohumlar ürün verecek!”
Ömründe bir kere bir mektuba gözyaşı olmamış adamlardan, kalemleriyle dağa eğilmeyen başlar için diyorum ki;
Vazgeçin; bu ayıp, nesillerce bize yaşattığınız kayıptır!
Vazgeçin; bilmekten korkmak, bilmek isteyen sayısını azaltmaz!
Vazgeçin; yaptığınız insanlık suçudur!
|