Belleğin Aslı
Memleket eylül serinliğine bırakıyor kendini, akşam saatleri kentlerin kaldırımlarında, ellerinde dondurmayla neşeli neşeli yürüyen çocuklar üstlerine hırkalarını çekmeye başlıyorlar şimdi. Çatal bıçak, kadeh seslerinin çınladığı ara sokaklara altı yaşlarında Suriyeli bir çocuk giriyor, yırtık, yamalı kazağıyla, elinde birkaç tane kâğıt mendille. Eylül’ün kasvetini hatırlıyor bellekler, Mamak, Metris, Diyarbakır zindanlarını, içimiz ürperiyor. Erdal Eren’i anımsıyoruz, hesabını sormak için yıllarca direnen anasını gözümüzün önüne getiriyoruz. Tek suçu kitap yayımlamak olan İlhan Erdost’u, sabaha karşı eli süngülü jandarmaların, kızı Türküler’i öpmesine bile müsaade etmeden, apar topar götürmelerini, abisinin gözü önünde döverek öldürmelerini. Toplumsal belleğimiz ne kadar kuvvetli?
Bir kamyonun şoför koltuğunun sağına oturuyor ağzında piposu, gözlüklü bir adam. Zindan yatmaktan artık bıkmış, Anadolu halkının sefil, saf, iyi insanlarının, başındaki yemenisi hafif sıyrılmış, kır saçları görünen, ağzında kalmış birkaç dişiyle, gözünde yaş kalmamış analarının devlet baskısıyla tanıştığı hikâyelerini anlatmakla geçirmiş ömrünü bu adam. Kamyon mola vermek için duruyor, onu buralardan götürecek olan adam arkasından yavaşça yaklaşıp onu öldürüyor. Geriye okumaya doyamayacağımız hikâyeleri kalıyor. Üstelik bu adam günümüzde en çok satıyor.
Diğer yanda dünyanın tanıdığı en büyük Türk şairi Nâzım Hikmet, kendi ülkesinde, kendi insanları için çektiği çileleri hatırlayalım. Az değil, Bursa Hapishanesi’nde ömrünün en verimli yılları yıpratılmış, vatandaşlık hakkı elinden alınmış, memleketinden sürgün gitmek zorunda bırakılmış ama buna rağmen memleketine, ülkesine olan hasretini tüm şiirlerinde hissettirmiş. Vasiyetini bu doğrultuda vermiş; “Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni.” Bu vasiyeti hâlâ yerine getirilmemiş, şiirleri onlarca dile çevirilmiş ama bir dönem Türkçe’de basılması yasaklanmış olan mavi gözlü dev adam.
Bunlar arasında elbette sadece yazarlar yok. Yılmaz Güney de var. “Barışın ve özgürlüğün dağlarına yürüyorum şimdi,” diyen Ahmet Kaya da var.
2 Temmuz’u asla unutmuyoruz! Davaları zaman aşımına uğradığında çıkıp sevinenleri asla unutmuyoruz. Kuşlu Gazel’i yazan Metin Altıok’u, “Kırgınım, saçılmış bir nar gibiyim,” diyen Behçet Aysan’ı, sevginin bir kuşun kanadında olduğunu bize en genç, en çocuk sesiyle hatırlatan Hasret abimizi, 35 canımızı asla unutmuyoruz.
Orhan Kemal, Kemal Tahir hepsinin benzer hikâyelerini biliyoruz. Yaşayanlar daha iyi anlatır, bizler dinleriz, belleğimize işleriz. Bizim işimiz biraz da hatırlatmaktır. “Unutamamak. Belleğin kaçınılmaz intikâmı,” diyor o yüzden Aslı Erdoğan.
Şimdi de Aslı Erdoğan’ı kapatıyorlar bir hücreye, diğerleriyle aynı sebeple; “halkı kışkırtmak” diyorlar. Aslı Erdoğan’ın suçu yazmak ve okunmak. Sözcüklerle kışkırtıyor bizleri, edebiyatın kışkırtıcılığını kabullenen bir devletle karşı karşıyayız. Buna mı sevinmeliyiz, yoksa Aslı Erdoğan’ı bu sebepten tutukladıklarına mı üzülmeliyiz. Elbette üzülecek vaktimiz yok, bir avuç yazarın dayanışmaktan başka çaresi yok.
“Yazarlar yalnızlığıyla barışık insanlardır,” demiş Aslı Erdoğan. Bunu bizi rahatlatmak için söylediğini biliyorum. İnsan özgür olduğu zaman yalnızlığıyla barışık olabilir fakat cezaevi şartlarında durum farklı. Elbette Aslı Erdoğan yazabildiği sürece yalnız değildir; sözcükleri onun yanındadır, bir bakıma özgürdür. Fakat sözcüklere sığınmak yetmiyor, hayatında sözcüklere sığınmaktan başka, yazmaktan başka hüneri olmayanlar Aslı için elini taşın altına koymalıdır. En azından sıcaklığına, samimiyetine sığındığımız sözcüklerin hakkını anca bu şekilde verebiliriz. Sözcüklere sığınanlar; edebiyat için, hepsinden öte Aslı’nın özgürlüğü için kalemlerinizi kuşanıp ona arka çıkmak için sığınaklarınızdan doğrulun.
Bellekten söz etmiştim; Kırmızı Pelerinli Kent’te şöyle söylüyor; “Sonuçta, eline kalem alan herkes şu soruyla fazlasıyla boğuşmak zorundadır: Gerçeğin ne kadarına DAYANABİLİRİM?” Şimdi Aslı’nın sorduğu bu soruyla yüzleşmenin vaktidir.
|