Sen boynunda şallar uçurmaktan vazgeçme Aslı …
Galata’nın dar, batıp çıkan yollarında anlamadığım dillerde şarkılar söyleniyor, oturup bir kaldırıma yeni bir kazı bulmuş gibi heyecanlanıyorum. Söylenilen sözleri anlamadığım için öyle mutluyum ki!
Huyumdur, anlamadığım bir şey olduğunda gevezeliğim tutar; ne söylendiğini, hadisenin mahremiyetini anlamak için soru üstüne soru sorarım, annemin lafıyla: dibine darı ekerim…
Bu sefer dinliyorum sadece: Hiç tanımadığım topraklarda yalınayak gezer gibi, kendime çok yakınmışım gibi huzurluyum. Kaldırımdan ufak tefek bir kadın geçiyor, boynunda beyaz üzerine mor çiçekler serpilmiş bir şal, dönüp bakmıyorum, o kadın sensin, evet sensin, eminim bundan, nasıl olur diye sorma …
Bağıranlar çoğalıyor Aslı, konuşması gerekenler susuyor. Gomitas’ın on yıllık suskunluğunu çok düşünmüşümdür. O on yıl boyunca dünya nasıl döndü sence? Gomitas sustuğu için dünya ne eksik kalmıştır. Parmaklarını piyanosunun tuşlarından nasıl uzak tutabildi? Hani insan herkese/her şeye gönül koyabilir ama kendi varlığını kendinden nasıl bu kadar uzak tutabilir? Hangi hüznün kalpçatlatan çarpmasıdır bu?
Sen susma Aslı, sesine her zamankinden daha çok ihtiyacımız var. Söylemesi kolay diyebilirsin için için… Çilesini sen çekiyorsun, bizler aklımıza geldikçe bir iki nutuk atıp yeniden odalarımıza çekiliyoruz. Soğuk koridorların, duvarlarında bin “ah” gizli hücrelerin ruha serptiği yalnızlığı bizler bilmiyoruz. Yine de sana sus demek çok zor, bu nefsi alabora etmek, derin sulara gömebilmek, zor işte… bilmem anlatabiliyor muyum? Sen konuşmazsan sanki bu kıyıda ömür boyu bağlı kalacağız. Şah Hatayi’nin sözüdür “köprüler oldum çaylara”. Belki senin gibi çırılçıplak sulara atlamak gerek, lakin herkesin tabiatı aynı değil işte, biz biraz daha emniyete bağlı, biraz daha onaycıyız. Durum böyle olduğu için bizleri affet Aslı. Dalları kesilirken bir ağacı öylece seyredip peşinden dallarını çabuk uzat ki gölgesinde uyuyalım demek gibi saçma bir şey yazdıklarım, affet…
Çocukken en sevdiğim masalı anlatayım sana: Tanrı tarafından çirkin yaratıldığını düşünüp kalbini karartan bir hükümdar, şatosunun gizli inlerinde yetiştirdiği kızıl boğaya emir verir. Ondan ülkenin tüm beyaz atlarını toplayıp denizin derinliklerine saklamasını ister, güzelliğe tahammülü yoktur … Kızıl boğa denileni yapar, biri hariç topunu keskin boynuzlarıyla denize iteler! Kalbi iyilikle dolu bir sihirbaz, geriye kalan tek beyaz atı boğa tarafından tanınmaması için insan kılığına sokar. Masalın sonunda kızıl boğa ve insan kılığındaki beyaz at göz göze gelirler. Boğa karşısındakinin gözlerine bakamaz, beyaz atın gözlerindeki sabır ve asalet onu yok etmek isteyen kötülüğün dirayetini eritir. Kızıl boğa beyaz at tarafından aynı denize götürülür ve orada yenilgisini kabullenip denizinin derinliklerinde kaybolur. Masalın sonunda kıyıya vuran koca dalgaların köpükleri beyaz atlara dönüşür, hepsi için tutsaklık bitmiştir. Özgürlüğün verdiği coşkuyla çirkin hükümdarın şatosunun etrafında halka oluştururlar. Bu öyle bir coşkudur ki toprak hareket etmeye başlar, zelzele oluşur ve şato hükümdarın üzerine yıkılır. Ağzımın içinde ufalanmış elma kurabiyelerini yutamazdım o sahnede, sevinçten ağlardım Aslı …
Ben masalların gerçek olabileceğine inananlardanım, sevdiğim insanların ölümsüz olduğuna inandığım gibi. Koyup giden sevdiklerimi yeniden bulmak icin yollara çıkmış ve bulmuşumdur, kimseler inanmaz… Aynı şekilde elimizden alınan tüm güzelliklerin bir gün dalgalar tarafından karaya çıkarılacağına inanıyorum. Varsın çirkinliklerine tahammül edemeyenler bu günlerini “zafer” olarak bilsinler, ihtiraslarına yenilip duvarlar örsünler! Onlar kansalar bile kendi yalanlarına hayatın er veya geç hakikati gösterme gibi bir büyüsü vardır. Varsın “zafer” naralarını kulaklarımızı sağır edercesini çığırsınlar. Klaus Mann’ın dediği kadar değil midir tüm hayat: “Zafer dediğin nedir ki, yaşayabilmektir asıl mesele…”
Bu arada sana bir şal aldım, ilk fırsatta İstanbul’a getireceğim …
|