Kendine gecikmemeli insan
Bu günlerde ne yapılsa, ne söylense, ne yazılsa… hep boş gibi geliyor insana. Ne yazılsa, ne söylense, ne yapılsa gidip gidip kör bir çıkmaza saplanıyor, saplandığı yerden de sahiplerini ürkütecek birer küçük canavarlara dönüşüyor. Bugünlerde uykular da uykusuzluklar da bedenlerimizin uzağında gerçekleştiriyorlar gündüz ve gecelerini. Gündüzle gece zamanı karşısına almış ona uzaktan bakıyor. Zaman ise bedenlerimizi, zihinlerimizi, duygularımızı… kabuk bağlayarak geçirgenliğini yitirmiş, kendi içinde kurumaya yüz tutmuş, bütünlüğünden birer birer kopmuş organ parçaları halinde hızla bir yerlere savurup duruyor.
Geçtiğimiz çağların faşizm tarifi kesmiyor bizi artık. Hem yaşayıp hem de seyrederek hayatımızın anlam ve anlamsızlıklar yüklü karmaşasını sakinleştirmeye çalışmamız tuhaf kaçıyor. Kıyıda durmuş bizi de her an içine çekecek azgın suyun nereye doğru aktığını kestiremediğimiz çağıltısını izliyoruz. Picasso, Guarnica’ya son fırça darbesini vurduğu andan itibaren, ortaya çıkardığı tablonun yeryüzünün kalıcı resmi olacağını bilemezdi elbette. Yaşadıklarımızla hissettiklerimizin karşı karşıya geçip bizi birer şaşkınlar ordusu haline getireceğini de. Daha harekete geçeceğimiz andan itibaren her şeyin anlamsız gelmesi bundan. Zira yaşam olasılıklarımız fazla darbe almış durumda.
Aslı Erdoğan, Necmiye Alpay ve daha nicelerinin sadece yazdıkları ve duruşları yüzünden tutuklandıklarını düşünerek rahatlasak keşke. Temellendirmekte güçlük çektiğimiz uygulamaların yaşam güdümüzü tehdit etmesi gibi vahim bir durum var ortada. Asıl saldırının yaşam olasılıklarımıza yönelik olduğunu söylemeye gerek var mı (!?) Çünkü hayat kendisiyle eşdeğerde yaşam olasılıklarıyla nefes alıp veriyor. Erdoğan, Alpay… gibi başını alıp gidecek— daha nicelerinin dört duvar arasına tıkılması, tam da bu yaşam olasılıklarının hedef alınması yüzünden. Bu yüzden, serzenişlerimiz, sözcüklerimiz, öfkelerimiz… Daha yola çıktığı anda muhatapları tarafından yapıbozuma uğratılarak korkuya dönüştürülüyor. Bilinçaltımız, bilinçdışımız, benliğimiz yaşadığımız ülkeye özgü bir işgal durumu yaşıyor. Bu yüzden, yeni bir faşizm tarifi yapmak gerekiyor.
Korku bendenlerimizi parçalıyor… İnsanın en temel itkilerinden biri olan düşündüğünü ifade etme, eleştirme… gibi dışavurumları “terör”le eşleştirilerek dumura uğratıldığı andan itibaren başlıyor korku. Korku, dalga dalga yayılarak sözcüklerimizi, itirazlarımızı, haykırışlarımızı…bedenlerimizi parçalacak bir patlayıcıya dönüştürüyor.
Daha da kötü ne olabilir? diye sorduğumuz anda ise ardında büyük bir boşluk olan ülke gerçeği çıkıyor karşımıza. İşte tam da burada yaşama dair beslediğimiz tüm olasılıklar yerle bir oluyor. Bu yerle bir oluş, siyasi formül içeren sözcükler, politik yaklaşımlar, şiddet, savaş naraları, özgürlüğe sallanan parmaklar, yönetenlerin kürsülerden avaz avaz bağırarak savurdukları tehditlerle birlikte geliyor. İçinde bulunduğumuz çağ ile kurduğumuz zihinsel—duygusal ilintimiz, yaşamımıza dair verdiğimiz kararlar, ağzımızdan çıkan sözcükler, kurarak kağıtlara döktüğümüz cümleler… bizi biz yapan ne varsa, yani nasıl var olma durumu gerçekleştirdiysek vurulduğumuz yerler de buralar oluyor.
Önceki yüzyıldan yıllara, aylara, haftalara, günlere, saatlere doğru kayarak yaşamı hedef alan faşizmin kendini gerçekleştirdiği tek ve en büyük hareketinin yok etme eylemi olması boşuna değil. Ama kaçınılmaz sonların kaçınılmaz olduğunu her zaman hatırlamakta yarar var. Yok etme eylemi—politikası bir kez devreye girmeye görsün, giderek yaptığı ayrımları da bir kenara bırakıp o bildik sona doğru hızla yuvarlandığında…Bu kaçınılmaz sonun; öfkelerini, haykırışlarını, itirazlarını… açığa vurmayanları daha çok kapsadığını hatırlatmak gereksiz bir uyarı aslında. İktidar(lar)ın, kendileri ve çevreleri dışında yaşayan soluk alıp veren her şeye düşman olduğunu görüp anlamak çin sıra beklemeye gerek yok. Zaten o an geldiğinde çok geç olacak. En önemlisi de zaten insanın kendisine gecikmemesi deği mi(?) Tıpkı şairin dediği gibi; “Baskıya başkaldırmayan kişi kendine karşı adaletsizdir…”
|