Vallahi manik depresif değilim!
Kaçmıştım o gün. Biraz bunalmışım attım kendimi deniz kenarına.
Yanımda iyi yürekli bir arkadaşım aklımda sevdiğim; ebruli düşler kurarken; Aslı’dan (Tohumcu) mesaj geldi “kaçacağına oturup nöbet yazısı yaz” Nöbet başladığında sıram gelince “dürt beni” demiştim.
Dürtmedi de “sobe”ledi sanki cancağzım.
Ben mavisine aldandığım denize sırtımı dönüverdim.
İçime sinmedi.
Zaten son bir kaç yıldır kaçamak aşıklar gibiyiz gülümsememle, yakalanınca koşarak uzaklaşıveriyor yüzümden, yüreğimden.
Dünya tuhaf.
Jose Rivera bir oyununda “sen savaştan kaçıyorsun ama savaş seni yaşatıyor haberin yok” deditiyordu Kurt’a.
Kurtlar sofrasında inancımız bu herhalde.
Elbet Atilla İlhan dolanıyor dilinime “ne vakit bir yaşamak düşünsem bu kurtlar sofrasında belki zor, ayıpsız fakat ellerimizi kirtletmeden.”
Ben razıyım, elimin kiri bu yangın yerindeki ateşi söndürmek üzre bulaşan is olsun.
Ama dursun yangın. Gülümseyen fotoğraflarımız çoğalsın.
Yanmaya da razıyım. Yeter ki, bi bebeğin gözlerine baktığımda korku kaplamasın yüreğimi, geleceğinden kaygı duyup, veremediğim nefesler almayım.
Napalım, böyle yetiştirmiş annem beni. Bilse, ben büyüdükçe barışa, huzura inanmak, rutubet kokusunda uyumama sebep olacak, yeşile muhtaç zamanlara bırakacak, iyilik ekmeye çalışır mıydı yüreğime?
Ama şimdi yapacak bir şeyim yok. Taraf olmak ortadan kalksın dediğim(iz) için taraf sayıldığımız bu yıllarda, vazgeçmeyeceğim inandığımı söylemekten.
Anlaşılmadığını bile bile üstelik. Her “taraf”a iyi olmanın erdemini anlaymaya çalıştıkça dışlanacak, hiç bir yerde barınamayacak olduğumu bile bile.
Herkes durduğu yerden bir sıfat yakıştıracak. Ama vazgeçersem, ateş büyüyecek… nasıl göze alırım bunca kini. Güneş’in doğuşuna hayranlıkla geçsin günler isterken, bir çiçeğin açmasına şaşırmak, aşkın o muhteşem efsununa yenilmek dururken, sürekli sarılamayan yaralar almamak için..
Nöbet sırası bende! Bakmayın nöbet dediğimize.
Demokratik ülkede inandığımız cümleleri, saygısızlık etmeden kurma hakkımızı kullanıyoruz. Çok şükür ki, demokrasiye inancımızı daha çok yeni kararlılıkla hatırladık. Aslı ve Necmiye Abla’ya yazar gibi dert anlatmak.
Sana söylüyorum kızım, sen de dinle gelinim.
Necmiye Abla!
Bir cahil cesareti, ben sana seslenmek istedim.
Biliyor musun, sana yazmak zor. Kaç defa dönüp okumaya çalışsam da coşkumla kimbilir ne hatalar yapacağım. Şimdiden bağışla, çıkınca gözümün içine baka baka, o muzip dilinle düzeltirsin olur mu?
Ortalıkta çok az fotoğrafın var. O en çok kullanılan, dudağının kenarına asılı kalmış bir gülümsemeli fotoğrafın var ya, İnsanın kursağında kalıyor hayat.
Ranzanda dik oturamadığını okudum.
Necmiye Abla,
Hep hafifleterek yazdığın her şeyin yanında; içerdeki şartlarını ne kadar hafifletmek istesen de, ben gözüme yaş birikmeden okuyamıyorum.
Dizlerim sızlıyor demirdetmek filine gülmeye çalışırken.
“Aman rica ederim şu dili doğru kullanalım” diyen senin cümlelerin nasıl çarpıtılıyor kimi yerlerde bir görsen.
Görme ya da gözümün nuru.
Ne çok hayıflanmışsın yarım kalan çalışmalarına.
Söylemesi kolay ama;
Dayan gözümün nuru,
İyiliğe, umuda, vicdana sığın da dayan.
Dünyanın barışa ihtiyaç var ve bunun için sen gibi klavuzlara.
Yarım kalan inançların için dayan,
Çocuklar kinle büyümesinler,
Taraf olmasınlar,
Düşenin kim olduğuna bakmadan kaldırsınlar diye dayan.
“Oyun, çocuğun mesleğidir” demiştin.
Onlar mesleklerini en iyi şekilde icra etsinler diye dayan.
Geçecek. Mevsim sonbahara dönse de yüzünü.
Geçecek.
Geçmeli.
Olur öyle değil mi? İnsan hata yapar. “Bir yanlışlık oldu” diyecekler… “sehven”… çıkaracaklar seni.
Dizlerinin sızlamasına, dik oturamadığın için omuzlarına çöken ağrına karşılık gelecek bir özür bulunamayacak.
Yine de çıktığın gün kapının önünde olacağız.
Sana kocaman sarılıp, sarmalayacağız.
Bana öyle geliyor ki şöyle diyeceksin; “tamam çocuklar sonra sarılırız, yarım kalan işlerim var.
Eve gitmeliyim.”
Sımsıkı sarılırım.
Hürmet ve muhabbetle,
|