‘Edebiyat ve felaket’
Başlığı Marc Nichanian’ın kitabından ödünç aldım. (İletişim Yayınları—2011) Nichanian, 1915’e giden süreçte felaketin ayak seslerini işitenlerin, soykırıma bizzat tanıklık edenlerin (o da felaketle soykırımı, olay ve olgu olarak ayıranlardan) yazdıklarının edebiyattaki karşılığını aramış, tarih yazımıyla edebiyat arasındaki kendi deyimiyle aldım—verdim ilişkisini hakkıyla tartışmış, hatta bunu Sabancı Üniversitesi’ne konuk olduğu bir konferansta da uzun uzun dillendirmiştir.
Onun işaret ettiği ve günümüze cuk oturan en mühim mesele elbette tanıklık meselesi… Hayır çağına tanıklık eden bir yazarın bunu metinlerinde ele alış biçimi, estetize edişi, kurgusal dokusu, dili, üslubu hakkında konuşmak değil niyetim. Aslı Erdoğan ve Necmiye Alpay’ın neden tutsak olduğunu, neden üşüdükleri halde hırka verilmediğini, neden tecritte susuz bırakıldıklarını, sağlıkla ilgili sorunlarını ısrarla çözmeden, onları her gün, her gün sistematik bir şekilde cezalandırmanın bir devlet geleneği olduğunu hatırlamak, hatırlatmak sadece.
Herkesin malumu ki, bu iki isim de yazar ya da dilbilimci oldukları için tutuklanmadılar. Tıpkı Zana Kaya ve İnan Kızılkaya gibi. Onlar da gazeteci oldukları için değil, o gazetede oldukları için içerdeler. Aslı Erdoğan da Necmiye Alpay da bir tanıklığı dile getirdikleri, sessiz kalmayı içlerine sindiremedikleri için, “felaket bölgesinden” haberler yapan Özgür Gündem gazetesine omuz verdikleri için cezalandırıldılar.
Cizre’de çocuklar bodrumlarda yanarken, cenazeler sokaklarda kaldırılmayı beklerken, köyler tek tek bombalanırken inatla barış gelsin, bunun için ne gerekiyorsa yapalım dediler, koşturdular, didindiler. Bu kadarı bile yeterdi devlete, bir halkı topyekun imha etmek yetmezdi çünkü, Nichanian’ın tespitiyle söylersem “imha iradesinin özünde yalnızca öldürmenin kendisi değil, aynı zamanda tanıklığı ortadan kaldırma, arşivi yok etme ve ölüler için yas tutmayı yasaklayan/imkansızlaştıran bir irade yatmakta”ydı.
Hal böyle olunca kimin eli Kürtlere değse, devlet bir kez daha “dokunan yanar” dedi. Tanıklığı da cezalandırmak istedi, görmezden gelmeyi, suskunluğu dayattı. İşinden, evinden etme tehditleri savurdu… Neyse ki dokunanlar yansa da, yazmayı bırakmadı; elini o ateşten çekmedi. Bakırköy Cezaevi’nin önünde dün olduğu gibi nöbete durdu, arkadaşlarını alana kadar nöbeti bırakmamaya söz verdi. Şimdilerde cezaevini Kandıra’ya taşırsak, ayakları kesilir, nöbet falan unutulur diye düşünüyor olmalılar ki iki ay içinde arkadaşlarımızın ve diğer mahkumların sevkleri bekleniyor. Umarım şurada kaç kişi kaldıysak, bu ateşin başını kimler bekliyorsa, nefesleri ve inatları bitmez; devletin yıldırma, bıktırma, canından bezdirme çabası boşa çıkar, dayanışma orada da devam eder, daha çok yükselir.
Yoksa biz hasbelkader dışarda kalanlar, suçluluk duygusuyla, içimize sinen korku, kaygı, umutsuzluk, yalnızlık ve tanık olmanın ağır yüküyle eriyip gideceğiz. Tabii bu arada dün Cizre’de, Şırnak’ta yanan, bugün Kerkük’e, Musul’a sıçrayan kıvılcımlar bize kadar ulaşmaz, sinsi sinsi gelip yanaşan iç savaşla toplu halde tahtalı köyü boylamazsak…
Çok mu içinizi sıktım, o halde şöyle bağlayayım. Edebiyatçısı, tarihçisi, gazetecisi, eli kalem tutan kim varsa bu yangının, bu talanın kaydını tutmak, bu tanıklığı tarihe nakşetmekle vicdanen yükümlüdür. Nichanian’ın bu yükü şöyle tarif ediyor: “Felaket, inkarcılığın ve imha etme iradesinin karşısında hayatta kalanların her an sonsuz bir soykırımı kanıtlama oyununun içine atılmasıyla başlar, hayatta kalan her an “kendi ölümünü,” “kıyıma uğradığını” kanıtlamaya çalıştığı bir oyuna itilir. Tanığın kesinlikle tanıklık etmek zorunda olduğu şey, bir tanık olarak kendi ölümüdür.”
1915’ten bu yana felaketin boyutları değişti ama tanıklık bizzat bir vicdan meselesi ve muhasebesi olarak hep ortada durdu. O zaman da şimdi de tanık olmak yazanın boynunu büktü ama bileğini bükemedi. Velhasıl kafanızı nereye çevirirseniz çevirin , görmek, duymak istemedikleriniz elbet bir gün pat diye karşınıza çıkar ve siz o zaman tırım tırım tanık aramak zorunda kalırsınız.
İyisi mi çok geç olmadan, kimse daha fazla üşümeden, yan yana duralım da bari öyle ısınalım. Başka yolu yok, valla billa yok!.
Bu yazı daha önce Metin Bayrak ismiyle yayınlanmış olup ancak bizden kaynaklı olmayan bir karışıklıktan dolayı yazar ismini değiştirmiş bulunuyoruz. Yaşanılan bu karışıklıktan dolayı okuyucularımızdan özür diliyoruz.
|