Umut başlıklı mektup
Sevgili Aslı Erdoğan,
“Nöbet yazısı” yazmaya karar verdiğim andan itibaren, böylesine tuhaf bir süreçte nerede durduğuma, sizinle nasıl ilişkilendiğime ve dolayısıyla nasıl yazmam gerektiğine emin olamadan, kelimeleri evirdim çevirdim. Vardığım noktada hiçbir kesinlik yoktu; zira birkaç yıldır kesinliklerden iyiden iyiye korkar oldum. Kesinliklerin bizleri kıstırıverdiği yerde, kesinliklerin beraberinde getirdiği siyah—beyaz didaktikliği yaşayarak korkar oldum.
Kararım, “arkadaş mektubu” yazmak oldu. Kesin değil: Modernin söylediği şekilde arkadaş değiliz. Kestirmeden değil: Arkadaşlığımızın belirli bir fayda hesabına dayanması muhtemel değil. Aksine, bu satırları yazarken, cümlelerimi size zarar verebilme riskini en aza indirecek şekilde kurmaya çalışıyorum. Ve size mektup yazmam, yaşadığımız dönemde kurumsal iktidarın gözünden bana faydadan ziyade zarar getirme potansiyeline sahip. Arkadaşça bir mektup; zira, size mektup yazıyor olmak iyi hissettiriyor. Dolayısıyla, bu aynı zamanda bir umut yazısı. Olan bitene inat umudu koruma çabasının bir parçası. Bu inadımda, Arendt’in peşine takıldığım bir sözünün yeri var: “Hikâye, aksi takdirde salt hadisenin katlanılamaz ardışıklığından öteye geçemeyecek [yaşantıyı] anlamlandırır.” İçerisinden geçtiğimiz süreci ve sizi tutuklu kılan yapıp—etmeleri, varoluş sıkıntılarını, birarada duramamaları anlatmak, hatırlatmak, toplumsal hak arayışının, adalet ve özgürlük istencinin dilinden tarihe not düşmek için, belki de mektup vasıtasıyla hikâyelemek kolaylaştırıcı olur. Dili örterek, ama anlamı tüm açıklığıyla sererek aktarmanın aracı olur.
Ne de olsa, bu dünyada vahşetin nicedir olduğu bilgisinin biçareliğinde yaşıyoruz. Yüzyıllarlık siciliyle nihilizme, onun eşlikçisi sinikliğe saplanmak bir adım ötemizde, bir kan hücresiyle içimizde, bir damla gözyaşıyla sırrımızda. Ama, ironiye tutunmak; pesimizmin iğneli dokunuşlarından birlikte yapılabilene dair umuda, barışın olabilirliğini anlatan tarih bilgisine tutunabilmek için inadına söze geliyoruz. Beni/seni/bizleri ‘ayrık’laştıran(lar)a inat, istediğimizin olabilirliğine tutunabilmek için inatla söze duruyoruz.
Sözü kaybetmemek, düşünceyi yitirmemek, baskının çölünde yitip gitmemek için, adalet—eşitlik—özgürlük tamlamasına duyulan saygı, özlem ve umut için yazmak gerekiyor. Sözün ve dolayısıyla politika alanının neredeyse tamamen yok edildiği, sadece kaynak yoğunlaşmasına odaklanan yönetimin bırakıldığı, dolayısıyla, birarada yaşamanın natif yollarını ve biçimlerini düşünmenin—konuşmanın tamamen dışarılandığı çöller ortamında birarada yaşama umutları ancak “iyilik—kötülük” kıyaslarıyla kurulabilir.
Yine Arendt, insanların vahşetinin nasıl olabildiğine, katlanılmaz addedilen şiddete katlanabilen insanların bu dünyadaki seyrine, katlanılmaz olanın uygulayıcılarına bakarken “radikal” ve “sıradan” kötülük ayrımına ve vahşeti anlarken bu ayrımın nafileliğine değinir. Bugün, sadece Türkiye’de değil, dünya genelinde şiddetin yaygınlığı, bizi, iyilik—kötülük kıstaslarını özelin, oradan da mahremin alanına iterek konuşmaya zorluyor. İyiliğin ve kötülüğün, “hayır”la mahremden doğru kurulması aynı topraklarda birarada yaşamanın yollarına etiksiz bakmaya iterken, böyle bir arayışı baştan kadük kılıyor. Zira, çevreyle, tesadüfen birarada olduklarımızla ilişkimizi kendimizle kurduğumuz ilişkiden kopartıyor.
Öyleyse, iyinin mahremde değil birlikte mümkün olabileceğini tekrar etmemiz, kötülüğün canavarların (radikal) değil, doğrudan bizlerin sıradan işleri olduğunu bilmekle, birbirimizle ilişkimizi bu dünyada olmaklığımız için talep ettiğimiz saygı üzerinden kurmamız, ölümüne seven değil; birbirlerinin varoluşuna saygıyla bakan arkadaşlar olarak sevebilmeye ısrarla devam etmemiz gerekiyor.
Güneşin her gün yeni olduğu bir dünyada, kötülüğün karşısına her gün yeni bir iyiliğin çıktığını öğreten tarihe dayanıp geçmişin—bugünün—geleceğin dayanışma alanlarına, yöntemlerine, ihtimallerine sarılıyorum. Nihayetinde, yaşadığımın ve birçoğumuzun yaşadığının öyküsüne doğru atılmış bir(kaç) satıra sarılıyorum.
|