Sınır öteleri
Sınır ötesini görmek, yaşamak, sınır ihlalerini anlamlandırmak isteyen bir yazar neleri ve kimleri yazar?
Bütünlüklü gibi görünen bir dünyanın parçalanmışlığını, tel örgülerle kaplanmış hayatı, insan yüzünün — bedeninin yaralarını, yalana dönüşmüş bir değerler sisteminin kuruttuğu toprakları… hiçliği, yabancılaşmayı…
Hiçbir yere ait olamayan, oldurulmayan insanı anlatır.
O insan ki kadim bir lanetle, şiddet ve dışlanmışlıkla var olacak, yokluğun dilini, suç yükünü, açık yaraların uzun süre kapanmayacağını bilecektir.
Aslı Erdoğan, “Kabuk Adam”dan “Taş Bina ve Diğerleri”ne giden yazma sürecinde, daha başlangıçta; bütünlüklü bir dünya olmadığı gerçeğinin bilincindedir. İnsanın içindeki ve dışındaki şiddetin, bireysel ve toplumsal tarihlerle lanetlendiğinin, biçimlendiğinin farkındadır. Hastalıklar, yaralar, işkenceler, adaletsizliklerle malul bu dünyanın dışlananlarını, dışlanmışlıklarını görmek, başka insanlarda kendini bulamayacağını bile bile aramak ister.
“Biri geçmişte, biri gelecekte saklı iki umutsuz benliğin arasında asılı kalmalı, yaşam ırmağının üzerinde kapalı gözlerle, kıpırtısız durmalıyım. Ancak öylece zamanı dondurur, evreni bir anlığına baştan aşağı yıkar, sonra yeniden kurabilirim.” ( Mucizevi Mandarin, s.68)
Bütünlüksüz dünya, bütünlüklü dil
Dünyayı yeniden kurmak için anlamlandırmak isteyen dil sınır ötelerine, hem iç hem dış yolculuklara çıkar, dışarıya giderken, uğrak yerleri; karanlık, giz dolu, aşk kokan, ölümle bir adım sonra karşılaşılabilecek bölgelerdir. Kendisi de yaralı giden, daha yola çıkarken, arayışının bir umut vaat etmediğinin bilincindedir. Buna rağmen göçmenlerle, ötekilerle, çirkinliklerle, korkularla, sınır ihlallerinin kahramanlarıyla karşılaşmayı, onların serüvenlerinin bir parçası olmayı ve kendisiyle yüzleşmeyi seçer. İnsan nereye giderse gitsin, kendi bedenindeki yaralardan kurtulamaz çünkü. Arayış, kendini olumlamaya, sağaltmaya değil, iktidar ilişkileriyle çarpık bir dünyanın korku sokaklarında, “kabuk adam”ların izini sürmeye adanmıştır.
Böylece “dil”, “Mucizevi Mandarin”lerin coğrafyasında, ötekilerin gözleriyle kendi tek gözüne bakmaya, yitirdiği bir gözün, başka gözlerdeki yansısını görmeye çalışacaktır.
“Bedenini parçalamak, göğüslerini kesip açmak, gizledikleri acıyı çekip çıkarmak. Sahipsiz gözlere sunmak, bir avuntu beklemeden. Yüzünü maskesiz ve çırılçıplak gösterecek aynalar, kanından aynalar yaratmak. Ne kadar derinlere dalsan da bulamayacağın bir şeyi, hiç ulaşamayacağın dipleri aramak. Çirkin bir maskeyi yüzün sanmak. Her kopuşta parçalanmak. Bir parçanı geride bırakmak, her ayrılışta, her unutuşta. Sonra izlerinden, o çürümeye başlamış uzuvlarından ve kan pıhtılarından ve korkunç öykülerinden kendini yeniden kurmaya çalışmak. Geriye doğru yaşayan büyücü gibi ölümünü yaşamından önce öğrenmek. Hiçliğe feda olmak. Kendini bulmak ve yeniden yitirmek.” (Mucizevi Mandarin, s.97)
Gene de: “Kabuk Adam”, “Mucizevi Mandarin” ve “Kırmızı Pelerinli Kent” olağünüstü parçalanmış dünyanın hâlâ kabuğunun göründüğü, bu parçalanmışlığı dille, hiç değilse bir bütünlük arzusu taşıyan dille anlamlandırabilmenin umudunu taşır. “Taş Bina ve Diğerleri”ne kadar dil, gerçekliğin inkarını değil ama bedende, sokakta, nefret ve aşkta dışlanmışlıkları anlatırken, onlarla yüzleşerek kendi yüzünü “tek gözle” de olsa görme olanağını araştırır. “İğrenç”, ayrıksı, groteks, “çirkin” üzerine dökülen güneş ışığıyla, hiç değilse kaybettiklerinin, yitirdiklerinin arzusunu hatırlar.
Hatırlamanın giderek güçleştiği, kabukların pul pul dökülüp taşa dönüşeceği binalara giden yolda, neşeli anımsayışlar, mistik kendinden geçişler, doğanın umut vaatleri yok değildir.
Güneş, yıldızlar, aşk, şefkat, sözcükler, ay ve toprak, ironik, “neşeli”, “umutlu” uğraklar olabilir bir nebze.
“Taş Bina”ya kadar dünyanın ve insanın içindeki dipsiz kuyularda, şiddetin, işkencenin, acının katmerlendiği, üstelik; ütopik bir çıkışın, kurtuluşun, mucizeyle iyileşmenin mümkün olmadığını bilsek bile, yazı ve dil, bazen söylenenin aksine gerçekliği bütünlemeye, anlamlandırmaya çabalar. Gerçekliğin bütünüyle anlatılamayacağını söylemesine rağmen, mantığı, ağzı gözü yerinde tasvirlerleriyle, zenginleştirilmiş şiirsel bir anlatımı gerçekleştirir.
Her yazar, her dil biriciktir. Aslı Erdoğan’a insan türünün hakikatine yaklaşım bakımından akraba sayabileceğimiz yazarları düşünürsek, Aslı Erdoğan “dili”nin örneğin Celine’in tersine, eksilmelere, kesintili olmaya değil, neden sonuç ilişkileriyle sağlamlaştırılmış, sözdizimsel bir mantığa ve şiirli zenginleştirilmelere dayandığı söylenebilir.
Beden ve taş bina
Modern dünyanın giderek artan bir suç yüküyle yaşamak zorunda bıraktığı insanın ve onun hiçbir yere ait olmayan gerçekliğinin farkındalığıyla yazan Aslı Erdoğan, bedenin, beden yaralarının, işkencenin, ötekileştirilmelerin izini sürer. Toplumsalın ötelediklerininin hepsini ama en çok göçmenliği, göçmenleri, sürgünlüğü yazısının ana kişileri haline getirir. Karanlık mekânlar çoktur, parçalıdır, çok boyutlu ve süreklidir. “Tahta Kuşlar”dan başlayarak; “Taş Bina”yla sembolize edilen kıstırılmış, işkenceden geçmiş, ötelenip dışlanmış, hasta ve yaralı insanlara yöneltir ilgisini. Dışlanmışlarla, dışlanmayla birleşmiş bir ben, yazıya iki ben katar. Çürüme, düşkünlük, delilik gibi birbirine yaklaşan temalara, dehşet, korku ve acı alay eşlik eder. İçerisi// Dışarısı, Ben/ Öteki, Hayat/ Ölüm birbirine içkin, akışkan alanlardır. Kimliğin sınırları ürkmüş bir arzuyla aranır.
Özellikle beden, acılardan, işkenceden geçmişliğiyle ilgi odağıdır. Çünkü beden: Yüzyıllardır süren iktidar ilişkilerinin hem öznesi, hem de nesnesidir. Şiddeti, iktidarı, ideolojiyi taşır, saklar, yansıtır, gözetir, içselleştirerek hapseder kendinde. Böyle bakıldığında, beden, Aslı Erdoğan metinlerinde groteks bir aynadır, yansıttıkları dil’le ifade edilebilir. İktidarı, şiddeti, sadece kurumsal ve siyasal sistemlerden ibaret görmezsek, söz konusu anlatılarda olduğu gibi, mikro bir düzlemden, sanat ve edebiyatla makro bir inceleme düzlemi, gerçekliği haline gelebilir. İnsanın yaralarını, olmamışlıklarını, yazgısını ve koca bir evrenin yansısını bedenle aynı zamanda gösteren, aynı zamanda kuran, oluşturan varlık alanı olabilir. Yazının, hakikati anlamanın ve anlamlandırmanın insan bedeninden ayrılmazlığına işaret edilir.
Aslı Erdoğan gerçeği, yabancılaşmış anlar, zamanlar ve bedene ilişkin olanlarla da kurar, dillendirir gerçekliğini. Eşine az rastlanır bir cesaretle. Çünkü yazdıkları; kendini bulamayacağını bile bile, hem geçmişte, hem de şimdide arayan bir kadının öyküleridir. Kendi öykülerini arayan yazarın öyküleridir.
Aslı Erdoğan’ın yazdıklarını okuyarak, bu arayışa katılabilir, dünyada bulunduğumuz yeri değiştirebilir, benimizden başka benlere, kimlik ve kişilere yaklaşıp dönüşebilir, başka yerlerde de örneğin bir hapishanede bile farklı ve kusursuz bir umudu çoğaltabiliriz.
|