Yabanıl bir kahkaha \ Aslı Erdoğan
Yabanıl bir kahkaha: Aslı Erdoğan Yazı yabanıl kılar insanı, Marguerita Duras’ya göre... Yaşam öncesi bir yabanıllığa ulaştırır yazının başındakini... Yazının başına oturabilmek için çünkü, kendisinden daha güçlü olması gerekir insanın. Bu güç de hiç kuşkusuz siyasi bir erk değil, siyahi bir yabanıllığa içredir. Enerjisi yabandan gelen ve nihayetinde ona dönen yazarın yalnızca yazma edimi değil, yazısı da karanlıkta ünlendirilmiş bir çığlıktır. Ve bu çığlık âdemelmasından fırladığı ân, bir eyleme dönüşmeye meyyaldir. Balzac, yeryüzünde hiç kimsenin işini yabanıllar kadar derinlemesine ve her yönüyle incelemediğini söyler: ”Bu nedenle düşünceden işe geçtikleri zaman hiçbir eksik bulamazsınız.” Aslı Erdoğan, bu anlamda ’yabanıl’ bir yazar. Ki karanlıkta görebilme becerisi, derin, buzul sularda yüzebilme yetisi, iğdiş edildiği yerden yeniden tomurcuklanabilme hassası bir ’yabanıl’ oluşundan mülhem. Levi—Strauss Yaban Düşünce’de, tüketimin artık dönüşsüz bir noktaya ulaştığı ve tüketilen şeyin aslında insanın doğal ortamından edindiği kendi özü olduğunun yadsınamaz gerçekliğinin altını çizer. Yazının, fütursuzca ve gaddarca ateşe atıldığı bu çağ yangınında Erdoğan, duruşu ve yazısıyla dönüşsüz noktadaki tüketim uçurumuna bakar korkusuzca; çünkü onda her kopma yeni bir bağlanıştır.
Göçebe bir zamanın yazarı Ölüm, vazgeçilmez temasıdır onun, tıpkı yolculuk gibi ama göçebe bir zamanın yazarı olduğundan koptuğu yere yeniden bağlanabilir, yabansı doğası gereği. Çünkü Erdoğan, hem ’öteki’nin, hem kadının ruhunun içinden konuşur. Dili, vahşi bir ormanın uğultusundan beslenir. Yazı kendini aramak için girdiği bir cangıla dönüşür; özgürlükten ve tutsaklıktan yalıtılmış bir arafa evrilir orman/ı. ”Hayat denizinde boğulanlar su içsin” diye, kalemini ”ölümü kusan bir kedi” gibi kullanarak kırgın ve karamsar bir dille ”bir cerrah gibi varlığın derisini açarak içerideki cenini çıkarmak için son ve mutlak imgeyi duvarlara kazımak” ister Erdoğan. Ki bu nedenle vahşi kadın arketipini hep diri tutar. Bu tutumuyla da ekofeminist Val Plumwood’un teorisini pratiğe dönüştürür. Feminist kuramda ve kurtuluş kuramında ”ikicilik dağları”nın sisli, zorlu geçitleri pek çok gafil yolcuyu, labirentleri ve uçurumları içinde yutmuştur. Bu dağlarda epey aşındırılmış bir patika, sarp bir geçitle yolcuların kendilerini kaçmaya çalıştıkları dünyaya şaşılacak derecede benzeyen tersine dönmüş bir dünyada buldukları ”tersine çevirme mağarası”na açılır. Kimlikleri egemen kültürün değerlerinin tersine çevrilmesiyle tanımlanan kırsal yaşam tutkunları, toprak analar, soylu vahşiler ve işçi sınıfı kahramanlarından oluşan çeşitli kabilelerin yanı sıra tuzağa düşmüş romantik sürgünler de burada dolanır dururlar. Bu tur, hiç bitmez çünkü yolculuk hiç nihayetlenmez. Çünkü yazmak ve kendini yazarak geri almak bir yolculuktur kimileri için, Aslı Erdoğan için ise daima hedefsiz bir yolculuk: ”Yollar, sokaklar duraklar ve insanlar hepsi birer anahtardı, ama hangi kapıya uyduklarını bilmiyordum. Dünya çağırmıyordu beni, onun için öğrendim onu çağırmayı... Renkleri ve gölgeleriyle... Ben de içindeyim, diyebilmek için, hepsini ışığa dönüştürebilmek için. Orada olmakla içinden geçip gitmek arasında kararsız bir yolcuydum çoğu kez...”
Görecelik uçurumuna düşmek Korkunç ve dipsiz ”görecelik uçurumu”na dehşet dolu gözlerini dikerek ”söylem kuyusu”na bakar ve düz bir tenhaya çıkmaktansa yüzdükçe battığı, battıkça aydınlandığı bir ”olumlama bataklığı”na sokar ellerini Erdoğan. Plumwood’un belirttiği gibi, bu bataklığı geçebilen cesur yolcular ya bir yandaki ”süreklilik okyanusu”na düşer ya da öbür yandaki susuz ve yaban ”farklılık çölü”ne sürüklenirler. Bu sürüklenişte kaybolurlar elbette bir süreliğine ama sonra yeni bir yaban tohumu göverir gövdelerinde, Erdoğan’ın Mucizevi Mandarin’de de belirttiği budur: ”Cangıla kendini aramak için girersen, bulursun. Ama çıkabilmek için, bulduğun kendini geride bırakman gerekir.” Kendini aramak, Erdoğan’ın yazısını oluşturan temel tema. Kimi kez Hindu metinlerinden kimi kez kutsal kitap dilinden kimi kez Ortadoğu yazınından ama hep insandan, insan arketipinden ve mitlerden beslenen Erdoğan, ”ontolojik bir saplantı”yla yazar. Ki Mircae Eliade’nin ifadesinde bu terim, hem bir ”kutsallığa susamışlık”, hem de bir ”varlık nostaljisi” arasında gel—gitlenerek yaşama sürekli olarak en çok şans olasılığıyla, yeniden başlayabilme inancını, varoluşla eksiksiz bütünleşme istencine karşılık düşer. Ancak zaman durur bazen, hayatın sessizliğinde... Roman kahramanlarının yolculuğunda da, F Tipi Cezaevi direnişçileri için yazdığı makalelerde de zamanın karardığı o kör noktayı, modernitenin körleşme sendromuna eklemler Erdoğan, incelikli bir sağduyuyla. O ve kahramanları, ”dünyanın sonu” oyununa katılarak, ritüel aracılığıyla yaradılışın başsız sonsuz zamanına döner, tanrıların çağdaşı olur ve dünyanın —kozmos’un— yeniden yaradılışına katkıda bulunur. Böylece yeryüzü yeniden yeşerecek, zaman yenilenecek ve yaşam bir kez daha kendi küllerinden doğacaktır. Kadının ülkesine ilişkin gözlemleri, ötekine dair hissiyatı unutulabilir mi peki Aslı Erdoğan’ın? Acılı bir geçmişle ürkütücü bir gelecek arasında sıkışan, ânı yakalamaktan yoksun bırakılmış, kapatılmış, dövülmüş kadınların hikâyeleri; yüzü yaralı, gözü noksan, ruhu örselenmiş kadınlığın gerçeği? ”Dünyanın en zorlu savaşlarını kazanmışçasına konuşur erkekler, kör savaşçılar gibi biteviye nişan alarak, çantalarına, bozuk paralarına, erkeklerine, onları sokağın tekinsiz gecesinden koruyan her şeye sımsıkı tutunur kadınlar.” Çünkü yabansı doğalarıyla hep bir söylenceyi yineler dururlar. Durmaz yürürler, yol bitse de yeni bir yol vardır hayatın karanlığında dahi... Çünkü tragedya aktarılacaktır.
Karanlık sular, sonsuz matemler Merkezin, tüm merkezlerin dışına kaçan, yalnızca kendi çekim alanlarında savrulan, sık sık kendi kara deliklerine düşen, ama modern çağın canilerine asla ödün vermeyen yazılarını topladığı Bir Delinin Güncesi ve Bir Kez Daha ile kendini yeniden hatırlatan Aslı Erdoğan, öteki geceye ulaşabilmek için dünyanın en güzel addedilen zamanlarını, sabahın ışığını feda edebilme yürekliliğiyle öze ulaşmanın kefaretini ödüyor. Yeniden başlamaktan hiç usanmamak, uslanmamak yenilgiden; bir başka geceye, ”öteki” geceye ulaşmak için... Gözleri kör edilse bile... Nâlân Barbarosoğlu’nun, ”Si Minör, Sol Majör” adlı öyküsünde hiçbir şey göremeyen çünkü kapkaranlık bir atmosferde, sesleri dahi birbirinden ayırt edemeyen kahramanının yazgısı adeta bu dönem kadın öykücülerinin ortak temasıdır: Karanlık bir uğultu içinde olmak ama yine de yüzebilmek... İşte bu kadınlar dünyanın tüm denizlerinde yüzebilir çünkü dünyanın her köşesine kendilerine aitmiş gibi değil; hiçbir yerin kendilerine ait olmadığını bilerek bakar. Bir avcı değildir onların yürekleri; bir göçebe, bir yabanıldır doğaları. Radikal gazetesinde yazdığı yazıları topladığı Bir Delinin Güncesi’nde güncel meseleleri, akıl hastanesinden çıkmış bir kadının gözünden yakaladığı yazıları ile aslında yaşadığımız dünyanın gerçekliğini sorgulayan Erdoğan, g ücü cehenneme yetebilenlerin gecesinden yazıyor; anlatılamayacak olanın yazıya dökülüşünün gümüş gecesinden. İçsel deneyimlerini yazınsal uzama ulayarak yazan Erdoğan, Kırmızı Pelerinli Kent’i, Orpheus mitinin reenkarnasyonu, yeniden yapılandırılışı üzerine kurmuştu. Hayatın Sessizliğinde ve Bir Kez Daha’da da bu mitin izinden gitmeye devam ediyor keza: ”Uyu ve uyan dostum! Sözün mucizesi bir türlü söylenemeyişindedir. Bir başka gece bekliyor bizi nasılsa...” Tıpkı Orpheus gibi tutkusu, en büyük sabrı ve ölümde sonsuz eğleşmesine dönüşecek olan şey, kendi sabırlı sabırsızlığında başlar Erdoğan’ın. Çünkü insanın tam zıddı yine kendisidir, bilir ve kendi ötekisini arayabilmek için cehenneme inmekten sakınmaz. Ancak cehennem, asla ”öteki” değildir. Tropiklerde, ölümle yaşamın sınırında kurulan esrarengiz bir dostluğu ve tüm yıkımların nedeni olan korkuyu, insanın en temel özelliği olan korkusunu, alçaklığını, umutsuz yalnızlığını Kabuk Adam’da dile getiren Erdoğan, ardından gelen Mucivezi Mandarin’i kopuş, sürgün, yalızlık ve kaybetme temaları üzerine ama her şeyden önce —kendisinin de dile getirdiği gibi— bir yas üzerine, yeri doldurulamayan kayıplara yakılan bir ağıt üzerine kurgular. Kırmızı Pelerinli Kent ise bu yastan sıyrılıp artık hesaplaşmaya girmiş bir belleğin izdüşümüdür: ”İnsan dış dünyayla yüzleşmeden kendi içine bakamaz, kendi içindeki şiddetle yüzleşmeden de dış dünyaya.” Kendi kişisel gerçekliğinden daha çarpıcı bir şekilde hesaplaşır yeryüzünün gerçeğiyle bu romanında; savaşın, faşizmin, ırkçılığın hiç bitmeyip kılık değiştirdiği zamanların gerçek yüzüyle. Uzak diyarların egzotizmi, anlatının baş aktörüdür ama asla bir yabancı, bir turist gözü bakmaz romandan bize doğru. Çünkü kendi ötekisiyle, ötekileştirilenin anlamına vakıf olmakla keskinleştirmiştir bileğini. Doğuyu doğululaştırmaktansa, ışığı doğuda arayan ve doğuya, metninde, anlatısında özsel gerçekliğini, kendiliğindenliğini, tabiatını iade etme amacıyla yazıyı bir yolculuğa benzetir hep ama, asla bir gezgin değildir, yazının ve kainatın coğrafyasında. İlkelleri ya da siyahileri kahramanlaştırarak ama asla kurgusallaştırmayarak onların utanç eşiklerini aşmaz; ”ilkeli” çağdaş olana göndermelerle, Batılı yaşam kodlarının şifreleriyle anlamaya çalışmaz. Farklı bir insanlık kipinin söz konusu olabileceğinin bilincindedir. Bu nedenle de, Ortadoğu’nun kana gömüldüğü şu günlerde Erdoğan’ı yeniden okumak anlamlıdır.
Kanşekeri metinler Bir kültürün diğerinden üstün olduğunu söylemek için antropoloğun yaptığı gibi, onu tanımlamak yetmez, vazgeçemeyeceğimizi düşündüğümüz bir değerler sistemine başvurmamız doğru olur; ki Erdoğan için bu erdem, edebiyattır. Farklı konularda birbiriyle çelişen parametrelere sahip olamadığı için yazmayı seçer, fizikten istifasını isteyerek. Yaşamı uzatma, hayatı güzelleştirme çalışmalarının sürdüğü o steril laboratuvarların içindeki kirlilik, kötücüllük müsebbibi sistemleri görür ve ”bilimsel değerleri”, mükemmel tahsiline rağmen itiverir elinin tersiyle. Cennetle cehennemin iç içeliğini, kurbanın katile, mazlumun zalime dönüşeceğini, iyi ve kötünün tüm değer ve kavramların birbirine olan geçişliliğini ve zamanın döngüselliğindeki ilahi ritmi öğretmez çünkü bilim. Yollara düşer bir budist rahip gibi; içerdeki ve dışardaki yollara, sapaklara, çıkmaz sokaklara. Orpheus gibi bir göç devinisini sürdürür. Temasını her daim zamanla besleyen ve kadim zamandan modern çağa zaman kavramını din, kutsiyet, mit, gnostisizm ve hız üzerinden sorgulayan Aslı Erdoğan’ın ”iki ile bir”lik kuralını her daim bozup biteviye başlama yerine getirmesi, yeniden başlamak için koca bir dünyayı yitirmekte beis görmeyişi ”öteki” ile ”ben”i birbirine tümleme arzusundan kaynaklanır. Ki Lacan, kişinin kimliğine bir öteki üzerinden ulaştığını düşünür. Bu öteki, kişinin aynada gördüğü kendi imgesidir. Ve onun isteklerine göre bu imgenin kimliklendirilmesi gerekir. Dolayısıyla kendinden bağımsız bir kimlik değildir öteki. Kendiyle bağlantılı olduğu sürece önemlidir. Aynada yazıda, gördüğü kendi imgesi, hem kendidir hem değil. Çünkü o, yazarken kâğıtların karşısında kendine, içine bakmaktadır. Hem kendi imgesiyle örtüşmekte, hem de kendilerinden olmayan ile özdeşleşmekte. Semih Gümüş’ün de dediği gibi anlatısının iki belirgin yüzü oluşu bundan. İlki, anlatı kişilerinin yaşamla iç içeliği; sürekli bir sorgulama yükünün altında kalan kimliklerin korunma çabasının yoğunluğu. Sökme ve örme, biriktirme ve tüketme, yazma ve silme... Ve Orpheus gibi gidip gelme: ”Sözü şu ölümlü dünyayı sürdürüp giderken o, şimdiden orada, ona eşlik etmediğiniz yerdedir.” Ölüm evet vazgeçemediği bir tema Erdoğan’ın; taş, çatlak, kabuk, kesilip parçalanan beden, ayna ise bu temayı sulayan yan kollar. Çünkü steril bir metin değil onun metni; kumlu, tozlu, çapaklı... Kopmanın, kırılmanın, ezilmenin, taşın, çatlağın, kabuğun, kanayan yaraların içinden filizlenen; kendini de bölüp parçalayabilen bir metin. Bilinçle dağıtılan parçalar, bir arada toplanıp bütünlenirken bir anda ayrışarak cilalı labirentlere açılır ve şeyler hiçbir zaman netleşmez. Steril olmadığı gibi çok ”ölçülü” de değildir bu mânâda. Yunan mitine göre, yalnızca derinliğin ölçüsüz deneyimi, yapıtın kendi ölçüsüzlüğüne dayanıklı olduğu deneyim, kendisi için yürütülmediyse yapıt oluşturulabilir. Ve Blanchot’nun imlediği gibi, gündüz için cehenneme iniş, bir ölçüsüzlüktür zaten. Gilles Deleuze’ün imge coğrafyasındaki göçebe arketipidir Aslı Erdoğan; zamanımızın bir sürgün/gezgin ruhu... Göçebelerin ne geçmişi ne geleceği vardır çünkü, sadece oluşları vardır, kadın—oluş: onların harika hayvansal sanatları. Göçebelerin tarihi yoktur. Onların yalnız coğrafyaları vardır. Ve bu coğrafya sınırsızdır. Her sonuç bir başlangıçtır döngüsel zamanda. Bu yüzden ”bir kez daha” diyebilmenin yazarıdır Aslı Erdoğan. Sonu hep insana açılan labirentlerin... Ama insandan, insanlıktan söz etmek mümkün mü artık? Belki de sözü bir kediye devretmek gerek: ”Herkes hoşnut mu kendinden? Dünyadan? Gaddarlığın önünde diz çökmüş bu dünyadan? Kırmızı artık aynı kırmızı değil, kız çocuk kırmızısı değil, kan rengi, tokat rengi utanç rengi, çok lekeli.”
Ölüm hastalığı Ölüm hastalığı neden ölümcüldür? diye sorar Marguerite Duras Ölüm Hastalığı’nda. Ve ardından cevap verir, ”Çünkü ona yakalanan onu taşıdığını, ölümü taşıdığını bilmediğinden. Üstelik ölecek bir yaşamı olmadan öleceğinden...” Bir öte dünya bilgisidir belki ölüm, belki de Heidegger’in belirttiği gibi kendi özgürlüğüne, ölümlülüğü ile yüzleşmekle, ölmekle kavuşur insan. Ölmeye yatan yazarlardan biri Aslı Erdoğan, bu nedenle eserlerinin ana teması ölüm. Onun kahramanları, ölecek bir yaşamı olmadıklarından değil, hayatı çoğaltmak, birey olabilmek için yeğ tutarlar ölümü hayata. Ki hayat çoğunlukla kapkaranlık bir zindandır. Kırmızı Pelerinli Kent’te Özgür’ün Rio’ya aslında ölüme yolculuğunu anlatır Erdoğan. Thomas Mann’ın Venedik’te Ölüm’ünü çağrıştıracak biçimde simgesel bir mekândır Rio ve yazı ile ölümü sunar. Kâbusla sanrı hiç ayrışmaz; kâbuslar hep gömülme, boğulma, çürüme ve ölmeye ilişkindir. Ama bir koza örülür sürekli romanda, ki asıl yolculuk bu kozayadır, Rio’ya değil: ”Saatlerin durduğu, delilikle akıllılığın arasındaki çizginin her ân geçildiği, bir ’sıfır’ noktasındaki bu kozaya.” Jale Parla’nın ”Tarihçem Kâbusumdur! Kadın Romancılarda Rüya, Kâbus, Oda, Yazı” başlıklı makalesinde (Kadınlar Dile Düşünce) belirttiği gibi, yazı bu sıfır noktasından çıkacaktır. Bu açıdan bakıldığında ölüm, olumlayıcı bir anlam taşır. Fanilik karşısında sanatın rolü sorgulanır. Yazı—ölüm ilişkisi, bir kuyunun dibine itilmiş kendi ölümüne bakabilmekteki yüreklilikte imgelenir. Bir trajedi aktarıcısıdır, Erdoğan. Trajedi yazgıya direnmek, ona karşı durmakla kurulursa eğer, ölmek üzereyken bile dünyanın içinde bulunduğu gelmiş geçmiş savaş ortamıyla gündelik hayatın sıradanlaştırılmış şiddetini sorgular ki Kırmızı Pelerinli Kent’in son cümlesi şöyledir: ”Tam istediği gibi ölmüştü.” Mucizevi Mandarin’in son öyküsü, ’Geçmiş Ülkesinden Bir Konuk’da ölüm üzerine kuruludur; hatta ölümün yazılabilmesi temasını sorunsallaştırır. Ölümle de yazıyla da boğuşmak zorunda kalan yazar, toplu denemelerinde de ölümün sesiyle titretir içimizi: ”Ve Karanlık ve Çürüme ve Kara Ölüm” hepimizi korkunç boyunduruğuna almışken bu karanlığın tam içinden konuşmak zamanıdır. Ve çözülemeyen bir inatla bakmak ve yüzleşmek!
|