Bazen tek bir cümle yazabilmek içindir her şey
Aslı Erdoğan
Bu yılki Sait Faik Hikaye Armağanı’nın sahibi Aslı Erdoğan, ödüle değer görülen kitabı Taş Bina ve Diğerleri’nin öyküsünü anlatıyor.
Bazen tek bir cümle yazabilmek içindir her şey. İçinde, yeniden doğup gönül rahatlığıyla ölebileceğin tek bir cümle. Akşamın hızla çöktüğü bir pazar günü, sanırım 99 yılıydı, saatlerce yürüyüp eve dönmüştüm. Gazeteye yazı yetiştirmem gerekiyordu, yorgundum. Yüreğim kıyım kıyım, sanki kendi katilini arıyordu. İvedilikle ele alınması gereken pek çok konu, olay, mesele vardı, ama sanki bütünüyle güçten kesilmiştim. Suçluluk, yetersizlik duygularıyla bomboş kâğıtlara bakıyordum. Gece hızla seyreltiyordu sokakları, havayı soğutup gölgeleri uzatıyordu. Dev bir sarmaşık gibi sarıyordu kenti karanlık, canlı, tedirgin, kıpır kıpır, karanlık, gün boyu kullanıla kullanıla bitkin düşmüş sözcükleri dokusuna katıp sürüklüyordu. Büyük beyaz kâğıtların, yarı dolu, soğumuş fincanların, ağzına dek dolu küllüklerin ortasında, elimde bir kalem, öylece oturuyordum. Sanki çok geç kalmıştım bir öykü anlatmaya, sözcüklerle kesişen bir yazgıya sığınmaya...
“Olgular açık, uyumsuz, kaba… Yüksek sesle konuşmaya hevesli. Dev taşlar gibi yığılmış olguları, önemli şeylerle ilgilenenlere bırakıyorum. Beni çeken yalnızca aralarındaki mırıldanma.” Bir ses ele geçirdi beni, bana ait olmadığını sezdiğim bir ses. Çok sonraları şöyle tanımladım: Sanki bir insandan gelmeyen, insanlara seslenmeyen… “Bedenle yazmalı, tenin altındaki çıplak, savunmasız bedenle… Bir ‘H’ harfi alırsın, iki tane ‘A’, ‘Y’ ve ‘T’, HAYAT diye yazarsın. Tek sır, harflerin yerini şaşırmamak.”
Belli belirsiz, mırıldanmayı andıran bir sesti, yüreğimdeki tıpayı çekip çıkaran ve beni imgelerin açık denizine salan… Suskunluktan sözcük sözcük bir hikâyeyi koparan. Önce uzaklardaki taş bina belirdi. Taş binaya giden sokakta tabelasız bir kahve, yalnızca müdavimlerin kabul edildiği bir bar ve ikisinin ortasında, kaldırımlarda deli bir adam. Boş bir çuval gibi serilmişti çamurlu kaldırımlara. Dünyanın suratına çarptığı bütün kapıların önüne serildiği gibi. Bütün sokaklar onundu, ama o hiçbir yere gitmiyordu. Sık sık yanında sessizce otururdum. Beni görmezdi, ya da değdiği her şeyi saf çamura çeviren bakışlarından esirgerdi. Adını sormaya cesaret edemediğimden ona alfabenin ilk harfini verdim: A. Ya da, o benim adımı aldı benden…
Taş binaya girebilmem için, A’nın sesini, hikâyesini, gölgesini üstlenmem gerekiyordu. Merdivenlerin önünde sola kıvrılan yolun, beni buraya getirmiş ama geri götürmeyecek yolun başında durmam, basamakları tırmanmam, insanların dünyasıyla vedalaşmam… Şafak sökene, sonuncu yıldız aşağılara, bize bir ip sarkıtana dek orada kalmam... Susmuş gecenin, yürek rengi düşlerin, kan içindeki sözcüklerin, ele verilmiş gölgelerin tutunup derinlere, en derinlere tırmanabileceği bir ip. 99 kışındaki o kasvetli pazar akşamının beni taşıyıp getirdiği cümle: “Beni duymuyorsunuz, değil mi? Sanırım şarkıya gene yanlış yerden, yanlış perdeden girdim.”
Taş Bina’daki tımarhane
En sevdiğim gazete yazımdı “Taş Bina”, tepkilerden anladığım kadarıyla okurları ‘derinden etkilemişti’, ama kimse ‘sevme’ sözcüğünü kullanmadı bu kısacık yazı için. Benden yaşlı kuşaktan birkaç kişi Sansaryan Han’ı tanıdı, hemen herkes bir karakol, bir mahkeme binası, hatta tımarhane gördü “Taş Bina”da. A’ya gelince. Onu kimse merak etmedi, kimse varlığına inanmadı. Öyküyü uzatmak, taş binaya yaklaştıkça parçalanan özneyi belirginleştirmek, taşların tam içinden konuşmak için bir başka geceyi bekledim. Ama o ses, bir daha benim gecemde konuşmadı. Suskunluğumda kan kaybetmeyi sürdürse de…
On yılda taş bina bir kat daha yükseldi, bodrumda bekleyenlerin teker teker çıkarıldıkları beşinci katı biçimlendi. “Eninde sonunda kapı açılacak, saatlerin ve renklerin, göklerin geçit töreni başlayacak.” Yükseldikçe derinleşti, büyüdükçe büyüdü. İçi oyuk taştan bir dünyaya, insan rengi bir labirente dönüştü. Soğuk ve ıslak, delik deşik duvarları katılaştı, mavimsi bir loşluğa bürünmüş, tekinsiz koridorları kalabalıklaştı, kalabalıklaştıkça ıssızlaştı. Anlatıcı sesler çoğaldıkça daha uzak, daha sağır, daha yalnız benlere bölündüler. Düşlerle doldu taş bina, rüzgârla, ölümlerle, ezgilerle… Tek, uzun, kesintisiz bir çığlıkla. İnsan boyunu aşan tellerin arasında gölgelerin korosu belirdi. A da yaşlandı bu on yılda, derin bir yara iziyle eşit olmayan iki parçaya ayrıldı yüzü. Sokaklarda dolanmaya, vitrinleri kırmaya, çatılara tırmanıp bölük pörçük hikâyesini dillendirmeye başladı. Ölülerle konuşmayı öğrendi A, kuşlarla ve rüzgârla…
Anlatıcılarımın her biri vardı labirentin yüreğine. Karnının üzerinde sürünerek, insan rengi taşlarda, koridorlarda, duvarın bir ucundan ötekine, sonra geriye… Teker teker vardılar büyük, gerçek, yumruk sertliğindeki yüreğine labirentin. Biri yankısız, çepeçevre susan bir oda buldu orada, belleğin diğer odalarından hiç farkı olmayan, içindeki cellatla kurbanın birbirine sarılıp ağladığı… Birini, kendi yaralı imgesi karşıladı bir çatı katı penceresinde ve o imgenin ardında beliren son özgür ülkesi. Yabanıl, sahipsiz bir gece gülüşüyle karşılaştı bir başkası. Ama hepsi işittiler meleğin ardı sıra bıraktığı ezgiyi.
“Taş Bina”nın son düzeltilerini yaparken, kolumda, boynumda, sırtımda korkunç ağrılar başladı. 16 yıl önce sakatlanmış boynum, ansızın ortaya sermişti kendi hikâyesini. Bir yıl boyunca tek satır yazamadım. Ancak ondan sonra, bir yıllık kesintisiz ağrı ve ıstıraptan sonra, daha önce cüret edemediğim bölümlere giriştim. A ile birlikte bir hücrede bekledim, çatılara tırmanıp onun sesinden kalabalıklara vedalaştım. “Güzel bir şey insanın geçmişi olması, gerçekten güzel hikâyesini geçmiş zamanda anlatabilmesi. Yoksa, insan dediğin nedir ki! Yersiz bir kahkaha işte.” Bu yüzden üç ayrı finali var “Taş Bina”nın: Sağ kalanların sabahı, A’nın vedası ve benim korodan çıkıp bütün karakterlerimi üstlendiğim epilog. Ele verenle verileni, sağ kalanlarla ölenleri, meleği ve deliyi… Benim kendi sesim de var bu koroda, hiçlikten çıkıp gelen ve her şeyden yeniden doğan, yoluna çıkan her insan yüreğiyle daha da yükselen bu ezgide… Bitimsiz bir çığlıktan olduğu kadar, meleğimsi bir gece gülüşünden de, yaşanmış olan kadar yaşanmamıştan da doğan. Ama elbet, on yıl sonra da, şarkıya hep yanlış yerden, yanlış perdeden katılıyorum.
Kapkara mucize
Hâlâ rastlıyorum A’ya. Bir keresinde Taksim İlk Yardım’ın önündeydi, bacağı kırılmıştı. Gencecik bir çocuktu, ilk kez kullandığı bastonuna dayanmış, acı içinde, ağır ağır ilerliyordu. Tabelasız kahve çoktan kapandı, çamurlu kaldırımlarda, metruk binalarda, yoğun bakım odalarında, çatılarda, cezaevinden gelen mektuplarda görüyorum A’yı. Benim gecemden konuşan, bende yaşayıp bende ölen ve hâlâ katilini arayan A’lar, uzun uzun bakıyorlar yüzüme her seferinde. Bir aynaya bakarcasına…
Kapkara bir mucize gerçekleşti geçen hafta. Akşam saatleriydi, yüreğim kıyım kıyım, amaçsızca Beyoğlu’nda dolanıyordum. Gazeteye yazmam gerekiyordu. Önce Cihangir’e saptım, vazgeçtim, Galata’ya doğru yola koyuldum, gene vazgeçtim. Daha önce hiç geçmediğimi sandığım bir yokuşta buldum kendimi. Beyoğlu Polis Karakolu’nun önünden, iki taş basamağın tam önünden sola kıvrılan yolun açıldığı yokuşta rastladım ona. İlk kez bir kadındı. Saçları ağarmıştı, yalınayaktı, pantolonunda kan ve dışkı lekeleri vardı. Bir duvarın önüne oturmuş, kendi gölgesiyle, kendi elleriyle konuşuyordu. Hiç çıkmayacakmış gibi duran görünmez bir lekeyi ovaladıkça ovalıyor, parmaklarından söküp atmaya uğraşıyordu. Yanına oturduğumda bile fark etmedi beni. Tek, kısacık, boğuk bir çığlık attı yalnızca. Adını sordum, yanıtlamadı.
|