KIYI
Edebiyatın tarihi yoktur.
İnsanın tarihi olmadığından...
Sistemlerin tarihi vardır; erkin, yönetimlerin, sınıfların tarihi...
İnsanın tarihi, planetimiz yok olmazsa şayet, kendini herkese, her şeye karşı eşit ve özgür, herkesin, her şeyin de kendine karşı eşit ve özgür durduğu zaman –yani çok sonraları— başlayabilir.
Edebiyatın tarihi olamazdı zaten; edebiyat, sözüyle yazısıyla var olduğundan beri tüm sistemlerden, kurumlardan maddi manevi ve siyasi erkten, hatta düzenden nefret etmez mi?
Edebiyatın tarihi yoktur, çünkü duygunun tarihi yoktur.
Duygu, ipe dizilecek sayıların öyle birbiri ardına gelmesiyle oluşturulacak bir tarihe sahip olamaz zira.
İnsan, duygusunu yabancılaşmadan kurtarmadıkça, erkin söyleminden özgürleştirmedikçe, ne kendisi bir sonsuzluk içinde yaşayabilir, ne de başkalarına yaşatabilir.
İnsan belki bir dönemde, ilkel komünal sistem döneminde bu duyguyu özgürce tattı. O zamanlar insanın merkezi yoktu çünkü; yani erki yoktu.
Edebiyatın ise hiçbir zaman bir merkezi, bir erki olmadı; edebiyat tarihsizliğinin mutluluğunu yaşatmıştır insana hep; paradoksal gibi görünse de, bir gün insan gerçek tarihsel duyguya ulaşacak ve bu konuda edebiyatın önemli bir rolü de olacaktır bana göre.
Aslı Erdoğan, yeni yayınlanan Taş Bina Ve Diğerleri adlı kitabındaki hikâyelerde, duygularını –ve düşüncelerini— bu sularda gezdiriyor ve buna sadık kalarak da metinlerini edebileştiriyor.
Bu durumu yaratırken, zanaatının ipucunu okura sunacak kadar da cömert:
“Öykü anlatma sanatı, korları eşeleme sanatı değil midir bir yanıyla, parmaklarını yakmadan?”
Taş Bina Ve Diğerleri’nde yer alan hikâyeler, birbirleriyle çok anlamlı bağlantılar içindeler. Ve bu çok anlamlılığın içinde de gerçekler kendi gerçekliklerine oturtulurken, duygu, yazarın kaleminden bazen neredeyse ışık hızıyla ayrılıyor, dışarı fırlıyor; bir anlık da olsa ezoterik bir gizliliğe, şifreliliğe dönüşüyor ve okur için olağanüstü anlar –zamanı olmayan— çıkıyor ortaya.
Aslı Erdoğan, sanki önceki hayatlarından birinde bir ezoterik aydınlanma yaşamış; yazısındaki hayat kalemi bunu işaretliyor:
“İnsan bedeniyle yazmalı, tenin altındaki çıplak, savunmasız bedenle... Oysa sözcükler yalnızca başka sözcüklere seslenir. Bir ‘H’ harfi alırsın, iki tane ‘A’, ‘Y’ ve ‘T’: HAYAT diye yazarsın. Tek sır, harflerin yerini şaşırmamak. Efsanedeki gibi, bir harfi düşürüp canlanan çamuru saf ölüme çevirmemek. (...) Hayat: İliğine kemiğine dek emilmiş bir sözcük, iç sızısını andıran bir uğultu, okyanuslar dolusu uğultu.”
Taş Bina Ve Diğerleri, aslında sistemlerin resmî ideolojilerini, kurumlarını sorguluyor; okurun bu konulardaki ezberini ve mutlak olarak görüp inandığı, eğitildiği duygusal değerleri –aslında değersizlikleri— hem özde hem de en ince detayda sorguluyor.
Aslı Erdoğan bunu yaparken karşımıza A’yı çıkarıyor: Tarihi olmayan, ya da gelmiş geçmiş ve gelecek herkesin ortak tarihi olan –tek bir ortak tarih bu— A’yı; ki, A, aslında ortak tarihten de başka bir şey: “Onun varlığı insan üzerine uzun bir şiirdir. (...) İnsan: en eski bilmece, konuşan madde.”
A, bir bakıma K’nın (Kafka’nın Bay K’sı) mütemmim cüz’ü; varlığı o kadar örselenmiş ve yerlerde sürünüyor ki –A fiziki anlamda da yerlerde sürünüyor— insanlığın adeta insansızlığını okurun yüzüne çarpıyor. A’yı yazı olarak yeniden tarif etmek çok zor. A’da HAYAT, çok farklı bir anlam kazanıyor çünkü; A, bütün bir hayattır, ta başından beri –resmî tarihin başından beri—. Diğerleri yani tüm bizler, onun türevleri olabiliriz ancak; A yine hepimizin adına kurtarıcı bir umuttur aynı zamanda, hepimizin adına bir rüzgârdır, bir kuştur, bir taştır hepimizin adına. Yani, gözlerine bakma cesaretini pek gösteremeyeceğimiz bir başka duygudur. Çünkü A, çok ama çok acı çekiyor! İnsan (okur) A ile karşılaştığında, hızı onun etrafında kreşendo bir yörüngeye giriyor ve gözlerini yumduğunda ise A’nın görüntüsü cisimleşiyor, üç boyutlu oluyor adeta.
Yani bir bakıma tarihselleşiyor.
Aslı Erdoğan, sistemleri ve bunların yalanlarını açığa çıkarmış: Sistem çıplak!
Yazar bunu acıyı dağıtarak değil, hepimize paylaştırarak değil, başka bir yöntemle yapmış: Acıyı toplamış!
“Başın öne düşmüştü. Yaralarına yapıştırdıkları kâğıt rulolarının ortasında tuhaf bir çiçeklenmeyi başarıyordun sanki. Dalların gizlediği iki ıslak yalnız yıldız gibiydi gözlerin. Bende unuttun onları. Teker teker dalları araladım. Günler, geceler boyu, yıllarca araladım. Bitirdiğimde, sen çoktan gitmiştin.” Yazar, A’yla böyle vedalaşıyor kitabın son paragrafında.
Taş Bina Ve Diğerleri, modern Türk edebiyatının dünyaya açılan kapılarından biri olabilir bence. Sözcüğün edebi gücünü, hücresini, evrensel duygularla buluşturabilmiş zira.
Yazar, tarihle ilgili sığınma kalelerimize, ezberletilmiş tarih kavramına yaslanmamıza, determinizmden medet umarak rahatlamamıza çomak sokuyor, adeta.
Aslı Erdoğan, sonu çoğaltıyor; SONLAR’ı kıssadan hissenin de ötesinde bir ses vermiş oluyor, olup bitene: “Yoksa, insan dediğin nedir ki! Yersiz bir kahkaha işte.”
|