Köşe Yazıları

Herkes Herkesin polisi... / 23.6.1998
Başlarken...
Kimdir öteki? Bizden olmayan ama bizi tanımlayabilmek için gereksindiğimizdir. Kendisinden başka her şeyi göstermesini beklediğimiz aynadır bazen de.
ÖTEKİLER çoğunlukla kent yazıları olacak. İstanbul ve diğer kentler, 3. Dünya metropolleri, uzaklar, sokaklar... Odak noktasında bulunmayanlar, gündemi belirlemeyenler, kıyıda köşede kalan öyküler, kaybedilmeyen sesler, dışardakiler...

Kentler de insanlar gibidir; kılıktan kılığa bürünmeyi severler. Gerçekte olduklarından çok, olmak istediklerinin görünümünü sunmakta ustalaşmışlardır. Bir insanı tanımak için onunla yolculuk yapın derler. (Bana kalırsa, onunla nezarete düşün.) Bir kentinse, iliğine dek sahici kesildiği an, yıllar sonra ona döndüğünüz zamandır.

Havanın kar topladığı, sisli puslu bir aralık sabahı, üzerimde incecik bir deri ceket, Yeşilköy havalimanındaydım. Bir elimde Amazon ormanlarından bir yağmur çubuğu, diğerinde ince bellide hakiki Türk çayı... İki yıl sonra tropiklerden dönmüştüm. Kar belleğimdeki denli beyaz değildi, çok üşüyordum.

Taksiden seyredilen İstanbul yanımda taşıdığımdan farklıydı kuşkusuz. Önceleri, hiçbir şeyin değişmiş olmaması beklentisi ve korkusuyla kaçamak bakışlar fırlatıyor, gerçek, sert, kuru İstanbul görünümleriyle karşılaşıyordum. Giderek daha uzun, daha cüretkârca bakmaya başladım ve kent ansızın tanıdıklaşıverdi.

Gri, çorak bir ova gibi uzanıyordu İstanbul. Sokaklar, meydanlar, gecekondular, tıklım tıkış otobüsler, çamurlu ayakkabılar... Kalın paltoların altında görünmez olmuş insan bedeni... Kime olduğu çıkarılamayan bir sitemle dolu yorgun insan yüzleri... Hepsi renksizdi, solgundu, bıkkındı. Fazlasıyla tanıdıktı belki bu kent, ama sanki artık BENİM değildi.

İstanbul sokaklarında amaçsızca dolaştığım haftalar boyunca bu duygudan hiç kurtulamadım. Barlar, sinemalar, kafeler açılmış; televizyon kanallarının, gökdelenlerin, çarşaflıların, cep telefonluların sayısı artmıştı. Artık dev alışveriş merkezlerimiz, Afrikalılarımız ve sokak çocuklarımız vardı. (İşin tuhafı, kendimi en çok zencilerle sokak çocuklarına yakın hissediyordum, sanki numunelik yanımda taşıyıp getirmiştim.) Televizyon ekranında coplar her gece birilerinin ÖTEKİLERİN kafasına iniyordu.

Bazen rasgele bir kafeye dalıp, önümde bir Güney Amerika kahvesi, saatlerce tek başıma oturuyordum. Dinliyordum. Kenti havada asılı tutan gerilim konuşmalara da sinmişti. Bu kentin kafelerin de öpüşülmüyordu; kimse kimseye övgüler düzmüyor, serenatlar yapmıyordu. Sıradışı bir söz ya da davranış, polis köpekleri gibi dikilen kulaklarla karşılaşıyordu. Sokaklarda dans etme izni, yalnızca, Beyoğlundaki, bacakları dizden aşağı kesik, yarı kaçık dilenciye verilmişti. Üniformalı bedenler, üniformalı ruhlarla doluydu kent ve herkes herkesin polisiydi. Döndüğüm gün dövülerek öldürülen gazetecinin gencecik, harap yüzü, Cumartesi Anneleri ninkine karışıyor, belleğimdeki sayısız İstanbul yüzüyle örtüşüyordu. Kent soğuktu, griydi, şiddet doluydu, ama insanlar bağışıklık kazanmışlardı.

Eski telefon defterlerini karıştırmış, telesekreterlere uzak, tuhaf mesajlar bırakmıştım. İşinde gücündeydi herkes. Bunca yıl boş durmamışlardı elbet; artık evleri, unvanları, saygınlıkları vardı. Yaratıcılıklarını konuşturdukları kartvizitlerini hafifçe utanarak (utanma da işin raconuydu) uzatıyorlardı. Sağlam önyargılar geliştirmişler, önyargılarla semirmişlerdi. Neyi yitirmişlerdi? Ne Rio varoşları, ne İnka efsaneleri ilgilerini çekiyordu. Öğrenmeleri gereken her şeyi çoktan öğrenmiş gibi yaşıyorlardı. ÖTEKİLER yoktu artık onların gözünde. Değişmişlerdi ama bir bakıma hiç değişmemişlerdi de.

Bir sabah Üsküdar dan motora binmiştim. Mucizevi bir kış güneşiyle hava ansızın ısınmış, kent tatlı bir ışıkla kaplanmıştı. Ağaçları bile yanıltacak denli bahar kokuyordu hava. Benim gençliğimde maganda diye adlandırılan türün dört dörtlük bir örneği oturuyordu yanımda. Altın zincir, beyaz çoraplar, göğüs bağır açık, kallavi bir bıyık...

Karıkız süzme, burun karıştırma gibi ayrıntılar da yerli yerinde. İri, kıllı ellerinde kırmızı bir gül tutuyordu adam. Yaldızlı kâğıda sarılı, upuzun, taptaze, kıpkırmızı bir gül!
Utanmıştım kendimden. Maganda diyerek bir çırpıda silip attığım adam, ilkbahar coşkusunu iliklerine dek hissetmiş, günün şiirini somutlaştırmak için bir gül satın almıştı. Bir iyimserlik, insan sevgisi kaplayıverdi içimi.

İskelede, içim kıpır kıpır yürürken, genç bir çocuk koşarak yanımdan geçti. Onun elinde de tek bir kırmızı gül vardı. Parkın girişinde bekleyen sevgilisiyle buluştu, çiçeği uzattı. Birbirlerine sarıldılar, dakikalarca öpüştüler. Neler oluyordu?

O gün boyu sayısız güllü adama rastladım, sayısız güllü sahne izledim. Meğer Sevgililer Günü artık Türkiyede de kutlanıyormuş!
Bu kentte hakikaten bir şeyler değişmişti demek ki. Değişmişti ama bir bakıma hiç değişmemişti.



(Radikal Gazetesi 23 Haziran 1998)





 

Haberler Biyografi Kitaplar Fotoğraflar Röportajlar Köşe Yazıları   İletişim Ana Sayfa
Design by medyanomi