Köşe Yazıları

Müziğimiz / 22.7.2011
“Kim yoğurur çocuk ölümlerini ucuz ekmekten, çabucak sertleşen?” Soru değil bu. Bir ağıt. Ancak bir ağıtla başlayabilirdim bu yazıya, bizler sözcüklerimizi savurmaya devam ederiz ve genç ölüler toprak kadar susmuşken?

Geçen perşembe, kırk yılın başı çıkartabildiğim ironik yazılarımdan birini yollamış, cuma akşamına dek gazeteleri açmamıştım. Yirmi dört saat içinde kana ve trajediye bulanmıştı Türkiye, hınca, korkuya... Yirmi ölüm, cenazeler, ağıtlar, öfkeli kalabalıklar, intikam yeminleri, susturulan Kürtçe şarkılar, linç girişimleri... Yazımın böyle bir güne denk gelmesinden suçluluk duydumsa da, ancak ‘absürdün’ diliyle anlatılabilecek içler acısı durumumuzun, ifade özgürlüğü alanındaki baskıların, siyaseti kilitlemiş hukuksuzluğun, havuç ve sopaya, hamasete bel bağlamış zorbalık dilinin, aynı toprağa gömdüğümüz onbinlerce ölüden sorumlu olduğunu hatırlayınca, buradan devam edebileceği düşündüm. (Nazilerin 33’te Yahudilere karşı çıkardığı ilk kanun yazarlarını ve sanatçılarını susturmak adınaydı, buradan toplu kitap yakmalara ve toplu mezarlara giden yol, kimsenin öngöremediği denli kısa oldu.)

Yaşar Kemal, 20. Yüzyılı en iyi anlatan roman olarak, I. Dünya Savaşı’nın dehşetini, genç bir Alman askerinin hikayesi üzerinden aktaran “Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok”u seçmiş. (Sanırım ben, ilk yarısı devrimler, topyekun savaşlar, toplama kampları çağı olan yüzyılı temsilen Malraux’nun “İnsanlık Durumu”nu seçerdim.) Yüzyılın ikinci yarısında, Avrupa’nın kendi sınırları içinde uygulamaya koyduğu büyük uzlaşma projesinde, belki bu savaş romanının genç ve çaresiz ölüsünün herkesçe sahiplenilmesinin de payı vardır. Bütün ikiyüzlülüklerine, çelişkilerine, yetersizliklerine karşın, hala aşamadığı ötekileştirme ve ötekinin kanından beslenme alışkanlığına karşın, Avrupa uzlaşma sanatını öğrendiyse, öğrenmeyi hala deniyorsa bunu ödediği ağır bedeller kadar suçlarıyla da yüzleşmesine, aydınlanma da dahil, kendini biçimlendiren her şeyi sorgulamasına borçlu. (Yüzyıl sonu Türkiyesinde, savaş karşıtı bu roman halkı askerlikten soğutmaktan yargılanabilirdi. Komünist Malraux işkence tezgahlarından geçirilir, Sartre devletin ulvi çıkarları adına silah çektiğini sanan yirmilik bir genç tarafından sokak ortasında kurşunlanabilirdi.)

Basının on üç şehit etrafında yinelediği söylem, ‘öteki’nin ölümünün ‘bizim’ ölümümüz kadar trajik olduğunu kavramaktan hala ne kadar uzak olduğumuzu gösteri—yor. Hepimizin insan olduğu gerçeğini, bu yalın ve çıplak gerçeği, insan olduğumuz için de haklarımız ve insanlığa karşı sorumluluklarımız olduğu gerçeğini içselleştirmekte ne denli aciz olduğumuzu... Kendimiz için istediğimiz hakların aynısını başkaları için de isteyebilmede ne denli isteksiz, kendi suçlarımızla yüzleşmek yerine, hedef tahtasına bir başkasını oturtmakta ne denli aceleci olduğumuzu... Yüzleşmenin suçlamaktan, barışmanın savaşmaktan, yaratmanın ve yaşatmanın yok etmekten çok daha zor olduğunu nasıl bir dil anlatabilir bunca savaş narası, linç çağrısı, ‘asarız, keseriz, bir girdi mi perişan ederiz’ tehditi arasında, daha kaç ölüm gerekiyor bize, yaşadığımız trajedinin, şu ya da bu biçimde hem mağduru, hem de sorumlusu olduğumuzu anlayabilmek için? Toplu mezarlarla ağırlaşmış bir toprakta yaşadığımızın ayırdına ne zaman varacağız? Neredeyse otuz yıldır süregiden savaşın sebebinin, devletin Kürtlere karşı uyguladığı politikalar olduğu gerçeği pek çok değişik ağızca dillendirilmiş, barışa doğru ilk adımın, siyaset kanallarını tıkayarak değil, sonuna dek açarak atılabileceği gerçeği hemen her kesimçe kabul görmüşken... Perşembeden cumaya mı geldik katliamların kıyısına? Belki şiddet çarkının nasıl döndüğünü anlamamıza sayılar yardım edebilir: 2011 ilk altı ay, Doğu ve Güneydoğu, PKK’nin eylemsizlik döneminde süren operasyonlarda askeri kayıplar: 12 ölü, 43 yaralı. PKK: 49 ölü, 3 yaralı. Faili meçhul ve yargısız infazlar: 11 ölü. Mayın patlaması: 5 ölü. Gözaltılar: 4015. Tutuklamalar: 1145. Cezaevlerinde hak ihlalleri: 476. Bildirilen işkence vakası: 1010. 335 toplumsal müdahade: 762 yaralı.

Açılan 85 toplu mezarda bulunan ceset sayısı 1330.

Buradan devam edeceğim. Şimdilik savaş sonrası Saraybosna’da geçen “Müziğimiz” filmini hatırlatarak durayım. Ailesi soykırımı yaşamış İsrailli bir genç kızın hikayesi de anlatılır filmde. Saraybosna’dan ülkesine döndüğünde, bu sessiz, sinema meraklısı genç kız, kendisine intihar bombacısı süsü vererek, sırt çantasıyla kalabalıkların önüne atılır. Tek bir kişi yanına gelip de durursa, pimi çekmeyeceğini söyler ve vurulur. Çantasında yalnızca kitaplar vardır. “Bir kişi bile yok mu benden başka barışı isteyen?” Onun son sessiz çığlığı, anlaşılmayan, inanılmayan çağrısı, kurşun sesleriyle birlikte ‘müziğimize’ karışır. Bizim müziğimizde, bu topraklarda yüzlerce yıldır söylense de, ancak son yıllarda işitebildiğimiz, Kürtlerin ödediği çok ağır bedeller sayesinde dinleyebildiğimiz Kürtçe şarkılar da var, ‘barışın sesi olmak istiyorum’, diyerek kendini yakan gencecik Evrim Demir’in son çığlığı da... “Eğer seni bu yeryüzü unutursa, de ki sessiz duran toprağa: Ben akıyorum. Hızla akan suya da: Ben varım.”


 

Haberler Biyografi Kitaplar Fotoğraflar Röportajlar Köşe Yazıları   İletişim Ana Sayfa
Design by medyanomi