Köşe Yazıları

Fazlasıyla kişisel... / 9.3.2012
Laf açıldığında, ‘hayatımın ilk ironisi’ deyip geçiştiriyorum. Tesadüf, 8 Mart’ta doğmuşum! Oysa ‘ironi’ sözcüğü, kadınlık durumu söz konusu olduğunda, her fırsatta ve şekilde aşağılanmanın, erkeklerin birbirleriyle, kurumlarıyla, kendileriyle giriştiği gövde gösterilerinde harcanmanın irinli yaralarına kıyasla fazla şık, özentili, hijyenik kalıyor... 70’lerde, Cumhuriyet’te okuduğum bir haberi koşa koşa yetiştirdiğimde, 8 Mart’ın ‘Kadınlar Bayramı’ olduğunu okul arkadaşlarıma ilan ettiğimde yalancılıkla—sanki sonsuz kez yaşanmış bir travma— suçlanmıştım! Bugün otuzlu yaşlarımın başında yazdığım gazete yazılarından alıntılayacağım. Kadınlık durumu, kadın yazarlık, dilsizlik, sözcüklerin sahipliği/sahipsizliği... Şimdi, kırklı yaşlarımda, her fırsatta ve şekilde ‘öldürülmüş’ bir kadın olduğumun fazlasıyla bilincinde, bu ‘konulara’ girmekte daha isteksizim. Parmaklarım, yüzüm, bedenim, zamanın derinleştirdiği, görünür görünmez yanık izleriyle kaplı. Yaralar çoğu zaman dilsizdir, ama gerçekten konuştuklarında sesleri ürkütücüdür.

KADINLIK DURUMU: Fazlasıyla kişisel bir açılış; Bugün benim doğum günüm. ‘Kadın’ temalı bir yazı çıkarmaya elim mahkum, bir tür sosyal hizmetmiş gibi. Oysa ‘kadın teması’ gibi tamlamalarda içimi acıtan bir yan var. Erkeğin dilinin egemen olduğu bir dünyada, her zaman ‘öteki’ konumundaki kadının gerçek öyküsünü anlatmak... (Üç nokta, belirsizlik işareti) Kadın: Tüketilmiş, tanrıçalaştırılmış, sahte incilerle donanmış... Arzudan horgörüye binbir tınlamayla dile getirilen bu sözcük, imgelerinden sıyrıldığında, yalnızca ‘sessizlikten’ oluşmuş gibi duruyor. Kadın kavramıyla, kadın olmanın gerçeği arasında derin bir boşluk var ve sanki gerçek öykümüz bu boşlukta biçimleniyor. Ben —umarım bu sözcük öfke tanrılarını uyandırmaz— yani bütün kadınlara benzeyen ben...

Belki yarın sabah, elimde bir çiçek, komşumun Kadınlar Günü’nü kutlarım. Sövgüleri, tokat seslerini duymamışçasına... Sözü erkeğin kadın üzerindeki tahakkümüne, köle—efendi diyalektiğine getiririm. Sütlü neskafe eşliğinde, ataerkil toplumun politik,ekonomik eşitsizliğinden kaynaklanan ve onu yeniden üreten ilişki biçimlerini anlatmayı denerim. Ya da ona, ‘gerçek dünyadan’ bahsederim. Gündemi belirleyenlerin, yarattıklarının yüce dağlar olmasına özen gösterenlerin, önemli konulardaki önemli sözlerini dünyaya armağan edenlerin, tahakkümlerin en acımasızını, en görünmezini hedefleyenlerin masasıdır bu. Kadınlara, ezilenlere, ötekilere söylenen yalanı yalandan, işlenen suçu suçtan saymayan... Neyse. Belki bu doğum günümde, bunca yılda yitirdiklerimin anısıyla uyanmaktan ya da ‘kadınlık durumundan’ onurumla terhis olmaktan fazlasını umabilirim. (1999)

SÖZCÜKLERiN KİŞİSEL TARİHİ: Adam; O zamanlar her şey daha anlamlı, daha gerçek, daha onurluydu sanki. Görkemli sözcükler yönlendiriyordu hayatımı. Güçlü, çevik, insanı kolundan tutup eyleme çeken sözcükler. Mücadele, hareket, devrim...

Kadın; Ve her an insanın elinden kaçıp onları yeniden bulmasını şart koşan sözcükler vardı. Umut, inanç, insan. Bir de ölüm vardı.

Adam; 82’de içerideydim. Sonraki yıl, daha sonraki yıl da... Sözcüklerime kan, çığlıklar, bozgun tozları bulanmıştı. Senin beş yaşındayken öğrendiğin sözcüğü bedenim çeşitlemeleriyle tanıyordu: askı, falaka, elektrik. İçine aldatıcı biçimde kendimi koyduğum gelecek düşleri adımların altında kalan tohumlar gibiydi. Oysa en kötüsü, dışarı çıktıktan sonra olacaktı.

Kadın; Dışarı çıkmak mı? Dışarısı neredeydi? (1998)

DİLSİZLİK: Her güç ilişkisinin kuralı ötekini küçümsemek, onun varlığı karşısında kendi varlığını, onun değerleri karşısında kendi değerlerini yüceltmektir. Onun gizemine kapılmak, imgesi etrafında mitler üretmek madalyonun arka yüzüdür çoğu kez... Kadınlık kavramıyla, kadın olmanın gerçeği arasındaki boşlukta biçimlenir gerçek öykümüz. Taahakkümün şaşmaz kuralı dilsizleştirmek,tarihin, sözün, aklın taşıyıcısı karşısında kımıltısız, suskun bir nesneye çevirmektir. ‘Ben bir özneyim, sizin kavramlarınıza sığdığım ölçüde var olmayı reddediyor, dünyayı kendi varlığımın bir ifadesine dönüştürmek istiyorum.’ Son söz: Özgürlük hiçbir şeydir, özgürleşmek her şey. (2000)

Son söz: 8 Mart’ımız kutlu olsun! Bunca cümle, biz kadınların doğallıkla becerdiği gerçek, katıksız bir kucaklaşmanın yerini tuttu mu, bilemem. Türkiye’de ‘kadın yazar’ olmanın çilesini çekenleri, bu yaftanın altında yazmanın, yok sayılmaktan aşağılanmaya, hakaretten susturulmaya varan bedellerini ödeyenleri bir kez, bir sonsuz kez daha kucaklamak isterdim. Bunca öfke, bunca nefret, alay, söylev, linç, cinayet... Kendi tekellerinde sandıkları hakikate dilimizle, yüreğimizle sahip çıktığımız için... (Üç nokta, söylenmeyen, söylenmesi ertelenen, geleceğe, okura bırakılan...)


 

Haberler Biyografi Kitaplar Fotoğraflar Röportajlar Köşe Yazıları   İletişim Ana Sayfa
Design by medyanomi