Köşe Yazıları

Sakatlar kervanı / 19.8.2012
“Ve benim korkunç öyküm anlatılana dek,” der eski bir şiir, “şu içimdeki yürek yanmaya devam edecek.” Ama nasıl anlatılır ki? Sözcükler kuru ve çıplak, çatlaklarında sahipsiz bir çığlığın uğuldadığı birer kabuk, o kadar. Uzun yollardan, uzun ölümlerden sonra... Çiğnenmiş, tel tel olmuş sözcükler, karanlıklardan, suskunluklardan yoğrulmuş... Herbiri birer yankı, sonsuzca, umutsuzca yinelenen, ölülerin bakışında taş kesilen... Korkunç bir öykü, orada, karşı kıyıda, zamandışılığın insafında bekliyor. Bomboş bir yol, çoktan topraklaşmış bir mezar gibi, bütün zamanlarım yıkımında... Şu korkunç öyküm, orada, gecenin derinleştiği yerde bekliyor, karanlığa alışmış gözleriyle bana bakıyor. Hayaletlerin dolandığıbir aynada kendi suretini aracasına... Sesleniyor, susuyor, hatırlıyor, unutuyor, düş görüyor. Bir insan yüzünün ardından konuşmak istiyor belki, bir bedeni, bir soluğu olsun, başlangıcıyla sonları olsun... Belki sonsuzluğu diliyor, toprağa karışmayı, taşlaşmayı... Belki gökyüzünü, ışığı özlüyor... Bir uçurum ayırıyor bizi, bir uçurum birleştiriyor. Kabuk kabuk çözülüp dağılıyor, sözcük sözcük kopuyor kendinden, geceninkinden ayırt edilemeyen karanlığa karışıyor. Suyun yollarını izleyerek toprağa akıyor, çamuruna bulanmış insanların dünyasının...

Her sözcük hayaletlerin dolandığı bir ayna, kesik kesik yankı aynadaki, bakışın derinleştirdiği uçurum... Her sözcük birbirlerinde açtıkları yara, bakışın bilediği bıçakla, kanayan uçurumun...

***

Bir kez daha deniyorum işkenceyi ‘söz konusu’ etmeyi, sözün sınırları içine çekmeyi... İster istemez parçalanıyor dilim, kararıyor, yolunu yitiriyor. Gazeteciliğin mesafeli duruşuyla becerebilirdim belki, somut, apaçık olguları sıralayabilirdim. Tutanaklar, anlatılanlar, doktor raporları, otopsi bulguları... “Herkes biliyor bunu, lanet olsun, herkes bir biçimde yaşıyor bunu.” Apaçık, on yıllar geçse de kapanmayacak izler var, binbir aşağılanmayla, dayakla alınmış doktor raporları var, ortada otuz yedi yaşında sorguda ölmüş bir adam var, tecavüze uğramış gencecik bir kız var,otopsi raporu var... Ama dile getireni, devletin tecavüz ve işkence hakkını söz konusu bile edeni , yalancılıkla, iftiracılıkla, şununla bununla suçlayacak yasalar, yargılar, buyruklar, her yerde hazır ve nazır. (Tecavüz kurbanlarını dışlayan, bir yalnızlık halesiyle çevreleyerek, şu ya da bu biçimde, eninde sonunda ‘yalancı’ ilan eden o sinsi işbirliği...) Ama bu kez hukuk devleti kendini gösteriyor: Süleyman Yeter’i öldürmekten üç polis memuru yargılanıyor, biri beraat ediyor, biri ‘iyi haldi’, yargıtaydı, infay yasasıydı derken, toplam bir ay cezaevinde kalıyor! Tim şeflerine dava bile açılmıyor, içlerinden birinin, sonradan daha da tepelere çıkacak olanın, daha önce iki kez işkence yapmaktan yargılandığını, bir daha yapmayacağına kanaat getirildiği için siciline bile işlenmediğini öğreniyoruz yıllar sonra...

Belki de işkencecinin küfürlü, hükümran, son hücresine dek tatmin olmuş dilidir, bizi gerçeğe, eninde sonunda içine yuvarlanacağımız gerçeğe doğru yaklaştıran, savuran: “Cezaevine giderken, ‘sakatlar kervanı’ deyip alay ettiler bizimle, kahkahalarla güldüler.” Onun hastalıklı, yol açtığı acılardan mest olmuş kahkahasıdır bize kendi hakikatimizi anlatan: Onulmazca yaralandığımızı, geri dönüşsüzce sakatlandığımızı... Derinlerde, hayata bağlandığımız yerde, durmamacasına kanadığımızı, kanayacağımızı... Yalnızca işkence görenin ya da yapanın değil, sinirleri ölene dek Filistin askısında bırakılmış gencecik bir çocuğa sırtını dönen doktorun, savcının, gazetecinin değil yalnızca... Hepimizin... Sakatlar Kervanı’na katılmış, ağır ağır yürüdüğümüzü... Sendeleyerek, yalpalayarak, büyük acılara mal olan adımlarla... Prangaya vurulmuşçasına ağır ağır,eziyetle, devasa bir yükü sürüklercesine... Her adımda parçalanıp dağılarak, her an daha uzak, daha sağır, daha yitik... Üzerimizden lime lime sarkan kavramlarımız, sözcüklerimiz, kişiliklerimiz, sonsuza dek suç ortağı...

Kimse işitmedi boynunun kırıldığını, kendisi, çok şükür, kendisi bile... Ama orada, gecenin derinleştiği ve dünyanın bütün seslerini sildiği yerde, incecik çığlığı kırılan bir kemiğin, durmamacasına büyüyor, dalga dalga yayılıyor, sonsuzca, umutsuzca yankılanıyor, kendi yoluna koyuluyor. Seslendiği yere, sahipsiz bir yüreğe doğru...



 

Haberler Biyografi Kitaplar Fotoğraflar Röportajlar Köşe Yazıları   İletişim Ana Sayfa
Design by medyanomi