Köşe Yazıları

9 Mart Yazısı / 11.3.2015
Derinlerinde, puslu katmanlarının diplerinde, donuk, ışıksız bir şafağın gizlendiği, hüzünlü bir kış sabahı. Soğuk ve renksiz, alabildiğine, yedi rengin her biri kendi özel mahfazasına kapatılmışçasına renksiz... Sanki özenle kaçınıyor ufukları aralamaktan, çağrılarda, vaatlerde bulunmaktan, saatleri sarsıp uyandırmaktan... Bir fırtına habercisi gibi giderek şiddetlenen rüzgar bile suskunlukla yüklü, özlemlerini, sitemlerini sıralasa da, dilinin ucuna geleni ifade edemiyor. Başı ve sonu aynı ıssız, uçsuz bucaksız karanlığa düğümlendiği için, ne yöne doğru akacağını kestiremeyen, duraksamalar, kararsızlıklar içinde bocalayan kısa bir kış günü... Yarıda kesilmeye yazgılı bir cümle gibi. 9 Mart, sabah, İstanbul. Mart ayı hep böyle karanlık, zalimce başlar bu şehirde, yakında iktidarını yitireceğinin bilincinde, var gücüyle, son gücüyle bastırır kış, cemrelerin arasında kar bile düşer!

İnadına rengarenk, alabildiğine çoşkulu, coşkuyla, tutkuyla, başkaldırıyla, isyanla dolu bir Emekçi Kadınlar Günü’nden sonra, bir başına oturmak, boş, beyaz kağıtların başına... Üç noktalarla kesilmeye yazgılı cümlelere, boş kalıplar gibi anlamla dolmayı bekleyen sözcüklere, sözcükler kadar kolayca evirip çeviremediğimiz gündelik hayata dönmek... Karmakarışık duygularla...

Her fırsatta, her şekilde ‘kadınla erkek eşit filan değildir,’ diyen bir zihniyetin gazetelerini bile sarmış 8 Mart kutlamalarını, yorumlarını, allı güllü, alacalı bulacalı başlıklarını, ‘kadınlarınızı öldürmeyin, saçı uzun, aklı kısa, demeyin’ ilanlarını, indirimli ev eşyası ve kozmetik kampanyalarını tam olarak hangi duygularla okumalı? Tüyler ürpertici bir cinayetten sonra giriştiğimiz toplumsal ‘katarsis’de, hatırı sayılır sayıda erkeğin katıldığı günah çıkarma ayinlerinde, geleceğe dair bir umut mu aramalı, yoksa Özgecan’dan iki gün sonra, kadınlar sokaklardayken, eşleri tarafından işkenceyle öldürülen üç kadının hikayesini mi gündeme almalı? ‘’Çocuklar senden değil, dediği için öldürdüm’’ diyerek kendini savunan bir kadın katilinin, 18 yıla hüküm giymesini — molotof atan bir toplulukta yer alsa da hemen hemen aynı cezaya çarptırılırdı— suç, ceza, adalet, hukuk bağlamında nasıl yorumlamalı? Eşitlik, yaşama hakkı, insan hakları bağlamında? Kadın öldürme fantezilerini iki üç saat bile dizginleyemeyen, 8 Mart Yürüyüşü’ndeki kadınlara “sizler de öldürüleceksiniz’’ diyen ‘üç beş psikopata’ yanıt mı yetiştirmeli, erkek egemen zihniyet ve kadın düşmanlığı üzerine binlerce kez yinelenmiş cümleleri mi sıralamalı? Ne kadar sıkça alıntılansa da, dehşet vericilikleri bir nebze azalmayan sayıları bir kez daha yazmak acımasızlık mı, gerçekçilik mi? Yoksa kadın türüne pek yakıştırılan acı çekme arzusu, acıyla boşluklarını doldurma gereksinimi mi? ( Kadın—erkek eşitliği raporları, Türkiye’nin 142 ülke arasında 125’inciliğe gerilediğini söylüyor. Siyasette temsil oranı dünyada en düşük ülkelerden biriyiz, 77 milletvekili, epi topu iki vali, tek bakan, tek müsteşar göz önüne alındığında, epeyce yüksek bile kalıyor! Yargının, akademik dünyanın hali de içler acısı!) İki dudağı arasından üfürüverdiği bir buyrukla, milyonlarca kadının kürtaj hakkını fiilen gasp eden Başreisin, 8 Mart mesajını, “bu kadın meselesini de bizzat ben elime alıyorum, sigara meselesi gibi,’’ demesini acıyla mı, alayla mı, anlayışla mı karşılamalı?

Yasta değil, isyandayız! Bu tek bir güne özgü bir slogan filan değil, bizim biricik hakikatimiz! Türkiye’yi kadınlar değiştiriyor, dönüştürüyor, dönüştürecek de...

Destanlarını yitirmiş bir çağın belki son epik yazarını da yitirdik. Kitaplarını sevdiğiniz yazarları tanımak genelde hayal kırıklığı yaratır, biliyorum, ama Yaşar Kemal gibi istisnalar, bize ‘yazarlığın’ ne olduğunu hatırlatır. Ben onun bilgelik kokmayan, buram buram toprak kokmayan tek cümlesini işitmedim. İlk ödülümü de, Sait Faik Ödülü’nü de onun elinden almıştım, ama bugün bile, Adam Yayınları’nın genç ve parasız bir yazarıyken, bana haftada bir, cuma günleri, hiç aksatmadan getirdiği birer paket sigara için minnet duyuyorum daha çok... Bir bakışta parasızlığımı anlamış, kendi gençliğini anlatmış, birkaç cümle ve hediyeyle, beni kendi yazgımla olduğu kadar, sanırım İnsanla da barıştırmıştı. Öfkeme, umutsuzluğuma yenik düşeceğimi hissettiğim anlarda, elim hala hiç tükenmeyen o pakete gidiyor. “Kız, saf zehir bu be, ama bunsuz da yazılmıyor!”




 

Haberler Biyografi Kitaplar Fotoğraflar Röportajlar Köşe Yazıları   İletişim Ana Sayfa
Design by medyanomi