Köşe Yazıları

İşte vedalaşmışız (devamı) / 7.6.2010
Tuhaf bir sabah. Kopkoyu. Durgun. Beklentisiz. Gün, sanki gönül rahatlığıyla doğup yoluna koyulamadan, birdenbire burada, aramızda, insanların dünyasında buluvermiş kendini. Gecenin ardısıra bıraktığı karanlıkla tortulanmış, yol yol dalga izleriyle fırtınanın... Daha en başından bitkin düşmüş, sanki bir an önce gözlerini yummak, bir başka geceyi düşlemek istiyor.
‘İşte vedalaşmışız’, diye yazmıştı Muhammed Ali Taha bir Filistin mülteci kampında. “Vedaların yasını tutamayız. Vaktimiz de kalmadı, gözyaşlarımız da. Veda anını bile tanımayız. Birdenbire gözyaşları içinde kalırız. İşte vedalaşmışız.” Uzun, upuzun bir veda mektubu yazdığımız her şey, yanıtsız kalmaya yazgılı. Bazen ölülere, bazen hayatın kendisine seslenen...
Sanki ben yazdıkça daha da tuhaflaşıyor sabah. Gözlerini yumup kendi içine kapanıyor, kabuk bağlıyor. Külrengi bir ışıkla doluyor. Saatlerini düşürüp kaybediyor yekpare bir sessizlikte. İç içe akıyor renklerle imgeler, siliniyor. Lambalar yanıyor, gölgeleri geri çağırıyor. Dev bir suskunluk halesiyle çevreleniyor sözcükler. Bir ileri bir geri, aynı saniyenin içinde gidip geliyor yelkovan. Külrengi bir uyanışa dönüşüyor, henüz ağaramamış yeni gün.
Bir fotoğraf: Deniz. Denize doğru koşuyor Filistinliler, binlerce, on binlerce, kıyıya varanlar, yüklerini—sandıklarını, denklerini, ihtiyarlarını — sırtlayıp pantalonlarını sıyırıyor, suya giriyor. Tek başına bir çocuk — oniki yaşlarında, yün bereli, sırılsıklam — uzaklara, ufuktaki kör bir noktaya bakıyor. Dişlerini sıkmış, dudakları gergin. Ağlar gibi. Ama ağlamıyor, vedalaşıyor. Karayla değil denizle, geçmişle değil, sanki gelecekle vedalaşıyor.
Sandallara, balıkçı teknelerine doğru koşuyor, yakarıyor, kaçıyorlar. Baktıkları yer, sığındıkları yer deniz. Açık deniz. Ölüm boşaltıyor kıyılarını vedalaştıkları denizin. “Ağır bombardımandan kaçan Filistinlilerin çoğu boğuldu”, diye yazıyor 1948 tarihli siyah—beyaz fotoğrafın altında.
Kısa, yalın bir öykü: Üç yalınayak çocuk, Esperanza (Umut) Sokağı’nda bir eve saklanır, polisçe yakalanır ve pazar yerinde öldürülür. Ev sahibine şöyle yalvarmışlardır: “N’olur bizi saklayın. Zorbalık peşimizde.”
Infante’nin Küba üzerine kitabından alıntıladığım bu gerçek öykünün, benim içimi kıyan yanı, baldırı çıplak çocukların, öldürülmeden önce katillerini tam olarak adlandırabilmeleri: Zorbalık.
Zorbalık. En eski, en kalıcı hikâyemiz. Toplama kamplarında copa ve sopaya, ‘tercüman’ denirmiş. Herkesin dilini konuştuğu için... Katiline dönüşen kurban. Karanlık, delik deşik hikâyemiz.
Madem hepimiz bu kadar kolay tanırız zorbalığı, neden çoğu zaman göremeyiz
zulmü ve mazlumu? Neden sürekli geri döneriz savaş diline, galiplerle mağluplar diye ikiye ayıran ölüleri? Neden konuşamaz içimizdeki katille kurban birbiriyle?
Kuşlar alçalıyor. Aniden sertleşen rüzgâr uzaklardan taşıyıp getiriyor deniz kokusunu. Martı çığlıkları. Bir kanat sesi. Bir piyano yeniden yeniden çalıyor aynı ezgiyi. Kurulan pazar yerinin gürültüleri. Yağmur başlıyor, sesler boğuluyor. Gökyüzü, ağlayarak katılıyor sanki insanların dünyasına. Cinayetlerimize, beceriksizce kurulmuş, tamamlanamayan hikayelerimize... Damla damla katılıyor toprağa ve yasa...
Çoktan yarılanmış doğumunu bile kaçırdığım gün. Bir ödülü, bir avuntusu kalmamış geceyi atlatmış olmanın. Son, mutlak biçimlerine kavuşmuş nesneler, renkle, ışıkla, anlamla
dolmuş yeryüzü. Su götürmez bir gerçeklik
şimdi gün ışığı, yeni, yabancı bir ülke, yepyeni bir sürgün. Şu gölgemsi ruh durumundan, karanlığın bir izi, bir belirtisi gibi çizgi çizgi varoluştan sıyrılmam gerekiyor. Fırtınalı geceyi atlatmış sözcüklerden bir dünya kurmam gerekiyor. Her bakışın kendinden bir şeyler katarak tamamlayacağı bir dünya. İlk ve son bakışlarla, anlatılan kadar anlatılamayanla, ezgilerle, vedalarla tamamlanacak...
Bir piyano ezgisi. Rüzgârın taşıyıp getirdiği deniz. Martı çığlıkları. Çırpınan bir kanat. Yağmur kokusu, ışık ve tül rengi uyanış. Kendiliğinden kuruluvermiş dünya, şimdiden eskimiş, en başından yitirilmiş günde...
Işık, hayatın içine uyanış.
Dipnot: Uzun süre ihmal ettiğim astımım, geçen hafta üst üste iki gece beni zorlayınca, söz verdiğim Eskişehir Festivali’ne katılamadım. Özür dilerim. Sağlık sorunları yüzünden yerine getiremediğim pek çok sözüm için, özellikle Afyon ve Kayseri için, fırsatını bulmuşken bir daha özür diliyorum. Dipnotu okuyup beni merak edenlere de teşekkür ederim, doğrusu alışkın değilim merak edilmeye... Bu fazlasıyla kişisel dipnotu, sıcacık karşılaması için Hakkı Devrim’e teşekkür ederek bitireyim.


 

Haberler Biyografi Kitaplar Fotoğraflar Röportajlar Köşe Yazıları   İletişim Ana Sayfa
Design by medyanomi