Köşe Yazıları

YANAN BİR BİNADA / 20.10.2015

Yanan bir binada mahsur kalmak... Binalar sanıldığı gibi – ya da ben öyle sanıyordum— bir anda devasa alevlerce yutulmazlar, çoğu zaman kısmen, ağır ağır, dura dura yanarlar, ölümle ya da hayatla uzun, acılı bir hesaplaşmaya girişmişçesine... Duraksamalar, pişmanlıklar, sorgulamalar... Her ne pahasına olursa olsun var oluşu sürdürme arzusu yok oluş tutkusuyla iç içe geçer, isyan tevekkülle, suçlamalar bağışlanma isteğiyle... Taşın taşla hesaplaşması, insanın insanla hesaplaşmasından daha eski, sert ve gerçektir, tavizsizdir. Taşın taşla, suyla, ateşle, rüzgarla ve elbet insanla ezeli, hiç kapanmayan hesabı...

Yanan bir binada mahsur kalmak... Çoğu kez ‘insan’ –‘ben’ ya da ’sen’ yerine sahipsiz bir özneye sığınabilirim— yanan bir binada olduğunun çok uzun süre farkına varmayabilir. Sesleri, çığlıkları, sirenleri duymamıştır söz gelimi, herhangi bir metale, cayır cayır yanan merdiven trabzanlarına henüz dokunmadığı için, sıcaklığın arttığını hissetmemiş, sımsıkı kapalı kapının altından belli belirsiz, sinsice sızan dumanın bütün binayı sardığını hayal dahi etmemiştir.Belki herkes çoktan kaçıp gitmiştir, bir başınadır, burada unutulmuştur, ama daha büyük olasılıkla itfaiyeye çoktan haber verilmiş, her şey yoluna girmiş, ufak bir macera başlarken bitmiştir... Çantayı toplamalı mı, ilk kurtarılacakları kurtarmalı mı, gerçekten bir teh, hayati bir teh var mı... Alevler nerede acaba, üst katlarda mı, yoksa aşağıda, giriş katında mı, yoksa bu katta mı... Elbet bilemez insan, kestiremez.

Ve elbet inanamaz insan... Bir facianın, deyim yerindeyse ancak yedinci sayfa haneri olacak üstünkörü bir facianın gelip de kendi kapısına dayandığına, aptalca bir hatanın, ocakta unutulmuş bir tavanın ya da malzemeden çalınmış bir sigortanın bir ölüm hükmü olduğuna, kendi biricik hayatının sonu olduğuna kim inanır ki... Bindiği uçağın düşeceğine, ülkesinin bir savaşta tarumar olacağına kim cidden inanabilir...( Kimi kaderi ciddiye almadığından, kimiyse kaderin kendisini ciddiye aldığına bir türlü anlayamadığından... ) Hem de bu devirde, teknoloji çağında, atom parçalanmış, kanser yenilmiş, akıllı telefonlar icat edilmiş, biri mutlaka itfaiyeyi aramıştır, artık binalarda yangın merdiveni zorunluluğu var, bunda da vardır mutlaka, hatta zorlarsa bir yangın tüpü bile bulabilir, ama kim bilir bu meretin nasıl kullanıldığını,çok büyük olasılıkla yanlış alarmdır, gereksiz bir paniktir, abartıdır, hezeyandır...

Ve kapıyı açar, dışarı çıkarsın. Duman. Üst katta, alt katta, bu katta, koridorlarda, merdivenlerde, kapatılan her kapının, açılan her pencerenin ardında duman.. Gözlerinde, ciğerlerinde... Bir başına yürürsün yarı karanlık, bomboş koridorlarda... İnsan hayatından daha uzun koridorlarda... Önce koşar adım, giderek yavaşlayarak,tutunarak, dura dura... Çok ağır, çok acılı bir hesaplaşmaya girişmişçesine... Duman. Her yerde, her şeyde, tam içinde... Sanki siyah beyaza dönüşmüştür dünya, mesafeler de, dakikalar da eriyip uzamış,iç içe akmıştır, uzamla zaman birbirine karışmıştır. Bütün bunlar gerçek olamaz, dersin, hem merdivene de az kalmış olmalı, tek bir alev bile görmedim ki! Alevleri görmüyorum, işitmiyorum, hissetmiyorum, yukarıda mı, aşağı da mı, dört yanda mı, kestiremiyorum, açacağım bir sonraki kapının ardında mı, az sonra çökecek tavanda mı... Cayır cayır yanan trabzana tutunup doğrulmaya çalışırsın, acıyı dahi hissetmeden, kalkmalısın dersin kendine, şimdi ayağa kalkmalısın, duman omurgan boyunca tırmanır yavaşça, dik durmaya çalışan bir sürüngen kadar güçsüzdür artık bacakların, kalk ayağa, dersin kendine, siyah beyaz bir düşün, bir uykunun derinlerine çökerken, aç gözlerini, dersin kendine, seni sarıp sarmalayan bu sıcak, sevecen, sinsi duman bundan böyle biricik gerçeğin...

Yanan bir binada mahsur kalmak... Ve elbet bu da bir merafor yalnızca, bir Türkiye metaforu... Bu alevler gerçek mi, bu ölümler, bu kan... Duman, sadece duman, dışarıda, içerde, tam içerde...




 

Haberler Biyografi Kitaplar Fotoğraflar Röportajlar Köşe Yazıları   İletişim Ana Sayfa
Design by medyanomi