Köşe Yazıları

Sen / 12.6.2010
Zor bir çiçeklenmeyi başarmak. Uzun, beyaz bir mevsimin ortasında, günün çıplak keskin ışığında, sessizliğin gözcülük yaptığı mırıltıların arasında. Zor bunca gecikmişken... Her şeye karşın deniyorum. En azından denemem gerek, başka çarem yok sanırım.
Bir kez daha suskunluğun tam ortasında konuşuyorum —ben derken kendimden söz ettiğimi düşünürseniz aldanırsınız— konuşuyorum, her şeyi kaybetmeyi göze alıyorum. Sürgün, bir kez daha. Ancak böyle, ancak şimdi, sözcüklerin kısır toprağında yolumu açarken, bu bir yolsa eğer, çabucak silinmişin, yerinden edilmişin, unutulmuşun izinden gidiyorum demektir. Çoktan çekip gitmiş şeylerin...
Hayır bu bir yolculuk miti değil. İnsanoğlunun gençlik çağına ait, —bence— yeniyetmelikten yaşlılığa ani adımını atarkenki o dev yaratılardan biri hiç değil. Ne cennetin tadını bırakan bir damla vaat ediyor, ne cehennemin külünü... Çok zaman geçmiş olmalı mitlerden kopalı beri ve her cehennem deyişimde bunun gerçek cehennem olmadığı bildirildi bana hep. Onu tanımadığım, tanıyamayacağım... Cennete gelince, şimdilik ona geceyi çıkaramadan kurulan düş diyelim. O başkalarının sözcüğü.
Ama bir şey var ki, daha duyulmadan susturulmuş, boşluk diye adlandırılmış. Daha doğmamış olandan geriye kalan bir iz, salt çizgiden bir resim, boğulan bir mırıltı, bir boşluk.
Zor, bir kez daha, şimdi, böylece söze girmek. Bütün kayıplarından sonra hayatın... Bunca gecikmiş. Hep gecikmiş, hep zedelenmiş. Tek başına konuşmak sözcükleri çoktan ele geçirmiş bir dünyada... Üstelik hiç kimsenin ya da hiçbir şeyin kendisiyle bir ve aynı olmadığı bir dünya bu, tam tamına böyle söylemişlerdi bana, ne gereği vardı ki böyle bir dünyaya inanmanın? Susturulmuşluğun ağır, acılı, ezici deneyiminin içinden konuşuyorum. Dile gelir gelmez yolculukları bitiyor sözcüklerimin, kendileriyle bir ve aynı olmadıklarını en baştan biliyorlar. Hayatın bütün kayıplarının ortasından geçip, aslında hiç çıkmadıkları bir yere, kendilerine dönüyorlar. Dönecek başka yerleri olmadığı için.
Bir kez daha susturulmuşluğun o ağır, acılı, sıkıntılı deneyimi çok iyi bildiğim için hep unuttuğum o deneyim. Parıltılı bıçak, toz ve kül, kaba ve alaycı kahkaha, dile dolanan dil, altın iğne, cennet tadındaki damla, sürüne sürüne hepsinden kurtulmaya çalıştığım kibirli, şişkin, buyurgan göz, her şeyi yutan sessizlik, sinsi cehennem. Sözcükleri içten içe oyan görünmez bıçak.
Yalnızlığımın tam ortasından konuşuyorum, ben ki yalnızlıktan daha uzun süren bir şey tanımadım. Şimdi kendimden söz etmediğimi düşünürseniz yanılırsınız. Kendi dilimi konuşmaktan başka çarem yok, kendi ıssızlığımı, ki benim cehennemimde de gerçek bir şey vardı ve ona ‘başkaları’ diyemeyeceğim, ‘bu benim’ diyeceğim.
Zor bütün bu sözcüklerin, gürültülerin ortasında eğilmek ve dünyanın mırıltısına kulak vermek —çünkü konuşmaz dünya. Bu sesin serinletici bir soluk gibi içine dolanmasını beklemek. En yakın karanlıktan daha yakın ışığa —saf, cılık ve ürkek— bakmak, içinde her şeyin kaybolduğu yola koyulmak, acılı toprağa ağlamak... Geceyi çıkaramayan düşün peşinde, çoktan bir başka yere gitmiş olanın, hiç doğmamış olanın peşinde, karanlıkta, el yordamıyla, belli belirsiz çağıran ama hep uzaklaşan, asla yanıtlamayan sese doğru...
Bu sese şimdilik ‘sen’ diyeceğim.


 

Haberler Biyografi Kitaplar Fotoğraflar Röportajlar Köşe Yazıları   İletişim Ana Sayfa
Design by medyanomi