Köşe Yazıları

Kukla / 11.9.2010
Başka türlü dile getiremeyeceğim için bu sözcüklerle yetineceğim. 2007 Temmuzu’nda bir kaza geçirdim ve yandım. Daha mesafeli bir anlatımla, sayıların, olguların, insan deneyimini anonimleştiren kavramların arkasına sığınarak söylersem: Vücudumun yaklaşık yüzde onu ikinci dereceden yandı. Daha öteye gitmeyi, ‘yanma deneyimini ‘anlatmayı bugüne dek beceremedim, şimdi de kalkışmayacağım. Fiziksel acının şiddeti, amansızlığı, korkutucu titreme nöbetleri, bir
mumya gibi sargılanmış, yürüyemeden geçen
haftalar, pullarla kaplı, milim kıpırdamayan, kahverengi bir bacak, önceleri acıdan bayıldığım, sonraları kendi kendime uyguladığım gündelik pansumanlar, cımbızla soyulan insan teni, çıplak etin dehşet veren renkleri... Her fiziksel acı bedenin ebedi yabancılığıyla yüzleştirir bizi, ruhundan koparılıp uzaklaşmış, yaralı bir bedene indirger ama yanmak, insanı ‘et’ olduğu, tutuşan, yanan, dağılan, kokuşan etten ibaret olduğu gerçeğiyle karşı karşıya bırakır.

Biraz benim beceriksizliğim, daha çok coğrafyamızın özel koşulları yüzünden tıbbi yardım alamadığım ilk yirmi dört saat, tamamen kendi boşboğazlığım sonucu basına yansımış, bir başıma ayağa kalkabildiğim dördüncü haftada telefonlar yağmıştı. O günlerde bir mektup aldım. Adıyaman Cezaevi’nden geliyordu, aynı koğuşta kalan üç arkadaş bir fotoğrafın arkasına yazmışlardı. Kısacık bir şiirle başlıyor, ‘yalnız olmadığınızı unutmayın’ diye bitiyordu. Fotoğrafta koyu lacivert bir göğün altında, odunların arasında, sanki yanmayı bekleyen bir kukla vardı. Koskocaman, karanlık, gösterişli, sessiz, ürkütücü... Rengârenk giysilere büründürülmüş, yün bereli, yüzü olmayan bir korkuluk. Bir yol ayrımındaymış gibi duruyor, tahtadan tek koluyla sonsuzluğu işaret ediyordu. Bir darağacı kadar korkunçtu, dünyaya atılmış bir kahkaha kadar alaycı. En yalın çizgilerine indirgeyerek sergilediği insan yazgısı kadar acıklı, dokunaklı...
Mektup yazmayı beceremem. Defalarca denedim, çabaladım. Ya fazlasıyla edebi kalıyordu cümlelerim, ya fazlasıyla sığ ve yoksul... Sanki kendim olmayı, yalın ve korunaksız bir biçimde kendi sesimle konuşmayı başaramıyordum. Defalarca denedim, dışarıyı, gökyüzünü, ağaçları, toprağı, denizi içeri yollamayı, beceremedim. Gene de, cezaevindekilerin anlayışı ve cömertliğiyle, mektuplar, kartlar, armağanlar gidip geldi. Şimdi üzerinde adımın yazdığı bir kaplumbağam var. Uzun tüylü, kan kırmızı bir tavşan ameliyatıma eşlik etti. Boynumdaki madalyon, Alman Cumhurbaşkanının da katıldığı ‘Modernite’ konferanslarındaydı, sessizce masada duruyor, hapishaneyi, hücreleri hatırlatıyor, modern insanın kapatılmışlığını en yadsınamaz biçimde anlatıyordu. ‘Sonbahar misafirinden’ gelen mektubu en zor günlerimde yanımda taşımış, bir serum gibi beslenmiştim ondan... (Ama yanıtlayamadım.)

Artık ağlayamayacağıma inandığım anlarda
yeniden okuyor, bir başkasının sesiyle kendi
yazgıma, kendi kanıma geri dönüyordum. Sonra bir resim geldi. Benim portrem... Bir günce.
Veda yazılarımın ilkiydi bu. Yıllar önce şöyle yazmıştım: “Gene de, her şeye rağmen, teşekkür borçlu olduğumu seziyor, ama kime, çıkaramıyorum. Rüzgâra belki.” Bugünse birkaç kişi var, içimi minnetle, hayatın kendisine karşı minnetle dolduran... Teşekkür ederim. Yalnızlığımı kuşatan bütün nesneler, yazgımı anlamlandıran bütün cümleler için... Kaplumbağa ve tavşan, madalyon ve portre, şiirler, saatler, gündoğumları için... Koyu lacivert gökyüzü için.











 

Haberler Biyografi Kitaplar Fotoğraflar Röportajlar Köşe Yazıları   İletişim Ana Sayfa
Design by medyanomi