Köşe Yazıları

Tekrarlar / 29.7.2011
Tekrarlardan, çevrimlerden, yeniden denemelerden ibaret gibi görünse de, geri—dönüşsüz, acımasızca geri—dönüşsüz olabilen hayat... Son bir haftada, gencecik bir çocuk daha kendini yaktı. Hepimizden çok onlar, barış adına yananlar adına, yineliyorum: “Eğer seni bu yeryüzü unutursa, de ki sessiz duran toprağa: Ben akıyorum. Hızla akan suya da: Ben varım.”

Perşembeden cumaya mı geldik katliamların kıyısına, diye sormuş, şiddet çarkının nasıl döndüğünü anlamak istiyorsak, sayıların da bir şeyler anlatacağını söylemiştim. 2011 ilk altı ay: PKK’nin eylemsizlik döneminde süren operasyonlarda askeri kayıplar:12 ölü,43 yaralı. PKK: 49 ölü, 3 yaralı. Faili meçhul ve yargısız infazlar: 11. Tutuklamalar:1145. 335 toplumsal müdahalede 762 yaralı. Açılan toplu mezarlarda bulunan ceset sayısı: 1330. Kimin nasıl sabote ettiğini araştırdığımız barışma sürecinin istatistikleri... Kürt sorunu çözümün eşiğindeydi, hatta bitmişti, uzlaşmaya ramak kalmıştı da, siyasi iklim bir anda mı alt üst oldu? Siyasi iklimi belirleyen koşulları, son üç yılın kapatım süreçlerini, siyaset kanallarının tıkanışını sorgulamakta yarar olabilir. KCK davası adı altında iki bin siyasetçinin tutuklanması ve hala tutuklu bulunması, Şubat ayında başlayan, sayıları bini bulan gözaltı ve tutuklama furyaları, seçim öncesi sertleşen söylevler ve gözdağları, bir oldubittiyle gasp edilen oylar, tutuklu vekillerin salıverilmeyişi, yürürlüğe konduğu yıl, mahpus sayısını 55 binden 70 bine çıkaran TMK —şu anki sayı 125 bin— vb... “BDP’yi mecliste istemiyoruz, tabi onlara oy verenleri de...” cümlesi epeydir dile getiriliyor.

“Devleti dokunulmaz, sorgulanmaz, kutsal kabul eden anlayış, tekeline aldığı şiddeti her tür denetim ve sınırlamadan muaf tutar. Böylece iktidar sahibi olmayanların haklarının sistematik biçimde çiğnendiği bir şiddet ortamı oluşur.” Sözgelimi, devletin sistematik olarak işkence yaptığı, üstelik şiddetini meşru kılan ve sınırlayan yasalarını çiğneyerek işkence yaptığı bir toplum nasıl yapılar, ilişki biçimleri üretir? İşkence bir insanlık suçudur, kim kime, hangi gerekçeyle yaparsa yapsın. Ama işkencenin durması çağrısının öncelikle kime yöneltilmesi gerekir ki, bir etkisi, karşılığı, anlamı olsun? Sözgelimi bir ülkenin cezaevlerinde operasyonlar düzenleniyor, mahpuslar yangın bombaları ve benzine bulanmış battaniyelerle diri diri yakılıyorken, siyasi görüşlerini, yöntemlerini, kendilerine ve başkalarına uyguladıkları şiddeti kolayca eleştirebildiğimiz mahpusları eleştirmek ve ötesine geçmemek, onlara uygulanan şiddeti meşrulaştırmaz mı? Kendimizin aynı koşullarda, bir koğuşa tıkılmış, işkenceden geçmiş, her an yok edilme tehdidiyle karşı karşıya iken nasıl birine dönüşeceğimizi henüz görmemiş ya da unutmuşken... Kimilerinin ölme heveslisi olduğunu bellemek, kimilerinin öldürmede tereddütsüz olduğunu unutmamıza yaramaz mı?

***

İki sayı daha. 14 yıl, 17 bin. İlki ana medyada kendine yer bulamayan, yüzlerce benzerini okuduğumuz bir haberden... Güneydoğuda bir gösteriye katılmaya biçilen ceza: Örgüt üyesi olmamakla birlikte örgüt adına propaganda yapmak, mukavemet etmek, suç işlemek: 14 yıl. Cezaevinden sağ ve sağlam çıkmayı başarsa da, bu insan hayatına ne olacağı sorusu, kimsenin umursamadığı bir soru. Onun için tek temennimiz, bir daha tehdit unsuru oluşturmaması ve ucuz işgücüne katılması. 17 bin ise tahmini faili meçhul sayısı. Bu cinayetlerden kim, ne kadar ceza aldı, bilmiyorum. Kaldı ki, 90’ların yöntemlerinin yeniden dillendirildiği günlerde, bu sorunun bir anlamı kaldığını da sanmıyorum. Uzlaşma adına gerçek bir adım atmak istiyorsak, toplu mezarlarla ağırlaşmış bir toprakta yaşadığımız gerçeğiyle yüzleşmemiz gerekiyor. Milyonlarca insanın çok ağır zulümlere maruz bırakıldığı, ruhları ve bedenleri kadar, adalet duygularının da onulmazca yaralandığı gerçeğiyle de...

***

Her köşeyi saran savaş dili. Buyuran, suçlayan, tepeden bakan, iktidara toz kondurmamayı ‘cesaret’ diye adlandıran... Ülkemizde ifade özgürlüğünün mükemmel olduğunu savunan yazılar da okudum, ‘bir iki gün Kürtçe şarkı söylemeyiverselerdi’ diyenler de, Kürtlerin mazlum olduğu teranesinden bıktığını dillendirenler de... (Aynı görüşleri savunmak zorunda değiliz, ama görüşleri yüzünden baskı görenleri savunmak zorundayız. Ve insan acısına saygı duymak zorundayız. Bu hayata karşı bir zorunluluğumuz. Daha on yıl öncesinde tabu olan kavramları dillendirebiliyor, Kürtçe şarkılar dinleyebiliyorsak, bunun bedelini linçlerle, hücrelerle, işkencelerle ödemiş insanları hatırlamak, hakikate karşı borcumuz.) Asıl ürkütücü olansa, ötekileştiren, nesneleştiren, bir sorun ya da tehdit olarak algılamanın ötesine geçemeyen dilin yaygınlığı ve derinliği, hepimize sirayet etmişliği... Öznesi ‘Kürtler’ olan yüzlerce cümle, yargı, genelleme. Çeşit çeşit ikiyüzlülük. (Norveçliler intikam değil, demokrasi isteyebilir ama biz... Filistinli vekiller elbet serbest kalmalı ama bizimkiler... Şiddetin kolayca bütün Kürtlere fatura edilmesi, ama BDP’nin Kürtlerden, onun temsil ettiği Kürtlerin Kürt sorundan soyutlanması gibi.) Savaş durumundan kimlerin, hangi çıkarları olduğunu haklı olarak araştıran medya, kendini de sorgulasa...

Sağcısından solcusuna, siyasetçisinden aydınına, çoğunluğun ‘iktidar muhibi’ olduğu bir ülkede, sanırım en ağır bedelleri hep iktidarı sorgulayanlar ödeyecekler. İnsanın çektiği acılar, başkalarının çektiklerini anlamaya yaramamışsa, boşuna çekilmiş demektir. İşte bu da siyasetten bile acımasız olan hayatın gerçeği.


 

Haberler Biyografi Kitaplar Fotoğraflar Röportajlar Köşe Yazıları   İletişim Ana Sayfa
Design by medyanomi