Köşe Yazıları

Ara yazı ya da susma yazısı / 7.10.2011
Adını hemen bulmuştum. Yıllar önce... “Biz, Yananlar.” Çağıran, adım adım yaklaşılan, kendine doğru çeken ve bırakmayan, içinde, en içinde mi yoksa dışında mı olduğunu anlayamadığın hapishaneler... Yanmak. Ete ve kemiğe indirgenmek, çığlığa, küle ve dumana dönüşmek. Tek ve biricik olanın anonime karışması, yazgının, tek ve biricik olana ihanet ederek kişiselleşmesi. Adını koymuştum ama yıllardır aynı çıkmazlarında, ölü noktalarında dolanıyordum bir labirentin... Geçen hafta, bu köşede başladığım “Uzun Hikaye” de işte o tünellerden biriydi.

Dün olağan başvuru işlemleri sırasında, genç bir polis, başını hayretle salladı: “Parmak izleriniz belirmiyor, parmaklarınız harap olmuş.” Sanırım yazdığım zamanlar böyle oluyor, diye yanıtladım, ciddi ciddi... (Upuzun mavi elbiseli, zayıf, boyunluklu, tuhaf bir kadın. Eli ayağı birbirine dolaşıyor, durmamacasına, sanki kendi kendine konuşuyor. İşitilmemeye alışkın.) Son yaz güneşi altında upuzun bir yürüyüş, bir çay bahçesi, kahve falı, gazeteler. Gözaltı listeleri.

Sonra... Çiğ ampul ışığıyla aydınlanan, darmadağın bir odada, hikayemin, yani boş, beyaz kağıtların başına oturduğumda... Bomboş bir odada, upuzun mavi elbisesi, zırh gibi büründüğü boyunluğu içindeki kadının gözleriyle aynada karşılaşınca... “Ama ben bir yazarım, üstelik on bir dile çevrildi kitaplarım”, diyen gergin, beceriksiz, sakar kadını hatırlayınca... Gözaltı listelerini tarayan, sağa sola telefonlar açan, acı, utanç, öfke ve endişe içinde bir cezaevi öyküsüne koyulan... Cümlelerini hangi sonların, sözcüklerini nasıl bir şafağın beklediğini bilemeden... Parmakları harap olmuş kadının içler acısı haliydi belki (ki onun yazgısına da, tek ve biricik görünenin işaret ettiği, tamamladığı bütüne de sahip çıkmak benim görevim), bana “susma”, bu hafta edebiyat yapmama kararı aldıran...

Son iki ayda sayıları 3 bin 500’ü bulan gözaltıları, bin 500’e yaklaşan tutuklamaları... (Yılın ilk altı ayının sayılarını da ekleyin.) Yasal bir partinin PM üyelerinin, il ve ilçe başkanlarının, sivil toplum kuruluşu üyelerinin, gazetecilerin, yazarların, öğrencilerin sabaha karşı baskınlarıyla gözaltına alınmalarını... Benim bir köşeciğinde yazdığım gazetenin çalışanları da dahil muhalif basına uygulanan baskıları, gözdağlarını... Cezaevindeki gazeteci sayısı rekora koşarken, “susturulacak yazarlar” listeleri hazırlayanları... Kendileriyle tıpatıp aynı düşünmeyenleri, isim vererek ya da vermeyerek, hedef tahtasına oturtanları, hakaretler yağdıranları... Bütün dünyada terör suçlamasıyla yargılananların üçte biri Türkiye’deyken demokrasi masalını allayıp pullayanları... Bırakalım yargısız infazları, gazdan ölümleri, “şehrin ortasındaki çatışmada ölen sivillerden devlet sorumludur, çünkü sivillerin hayatı devletin sorumluluğundadır” gibi en makul cümleleri kuramayanları... Durumun vahameti ortadayken, kişisel hınçlarına, hırslarına, iktidar arzularına (ve bir türlü gizleyemedikleri erkek egemen bakış açılarına) yenilip yargılar, alaylar, aşağılamalar savuranları... Her biri kendi yöntemince, kendi iktidar alanında susturan, görünmez kılanları... Sayfalarca uzatabilirim. Bunları olduğu kadar her durum ve her koşulda mağdurun yanında durmayı göze alamayanları... Ben de kendimce “protesto ediyor”, bu haftalık “susuyorum.” (Gerçek bir toplama kampı öyküsü: Artık ayakta duracak hali kalmamış, açlıktan ölmek üzere bir mahkumu gaz odasına gönderirler. Son cümlesi “protesto ediyorum” olur. Kan ter içinde onu taşıyan, yani sürükleyen mahkum yanıtlar. “Ne, sen gerçekten daha yaşamak mı istiyorsun?)

“Sen kendince feryat etmeye çalışan kadın. Bunca acı, bunca bebek, bunca denge neyine yetmiyor senin?”







 

Haberler Biyografi Kitaplar Fotoğraflar Röportajlar Köşe Yazıları   İletişim Ana Sayfa
Design by medyanomi