Köşe Yazıları

Başkalarının hayatı / 10.5.2010
Kent ve ben, bir çatı katı penceresinin ardından birbirimize bakıyoruz, belli belirsiz, gelip geçici bir şey gördüğümüz. Boydan boya lekeli camda, iç içe akmış, sınırları dağılmış, düğüm olmuş imgeler. Donuk, kımıldanan, yarı—düşsel. Alelacele çizilmiş, son biçimine kavuşamadan yarıda kesilmiş taslaklar gibi. Ancak sonsuz bir bakışın, her gözün kendinden bir şeyler kattığı sonsuz bir bakışın tamamlayabileceği taslaklar... Kent ve ben, her yönden çevrilmişiz kendi hikâyemizle. Görülen ve söylenen, susulmuş ve unutulmuş hikâyelerimizle...
‘Öteki’, diye kaldığımız yerden sürdürelim, gündemde olmayandır. Kolayca susturulan, yargılanan, külfet ya da sorun olarak algılanan, tehdit unsuruna dönüşmediği sürece yok sayılan, yönlendirmemize, yönetmemize muhtaç olan... ‘Öteki’ karşısında kendini her türlü ahlaki yargıdan muaf tutan, kutsal amaçlarla donatılmış ‘biz’, şiddet hakkını da tekeline alır. ‘Öteki’ suçludur, şaibelidir, yeterince masum değildir hiçbir zaman, eline fırsat geçse bizden fazla kötülük yapar. Ötekileştirme, cinayeti mümkün kıldığı gibi meşrulaştırır da. Bizim dışımızda bir varoluş hakkı, kaderince yaşama hakkı tanımadığımıza uygulanan şiddeti meşrulaştırır. Öteki sonuna dek nesneleştirilbelli ki, gasp edilen hakları zaten yokmuş görünsün.
Kentin çatallanan yolları, yol ayrımları, labirentimsi çemberleri... Birbirine açılan sokaklar, eğri büğrü, kıvrım kıvrım, gecenin nemini emmiş. Yankılı koridorlar gibi uzanan, geleceğin zalim belirsizliğine doğru çağıran... Buradan ta ufka kadar... Sanki sonsuza dek hiç değişmeyecekmiş gibi duran bir mayıs sabahında, tekdüzeliğiyle, sessizliğiyle hayata o denli benzeyen bir sabahta, yepyeni bir kayboluş vaat eden uzaklar... İlkbahar pusuyla donuklaşmış, bomboş, kayıtsız, aynamsı gökyüzü. Apaçık ve kavranamaz. Unutulmuş düşleri, vazgeçilmiş yollarıyla... Kentin sağır, taştan profiline benim imgem de karışıyor, solgun denize akan bir yeraltı ırmağı gibi.
‘Hakikatle ilgili her sorun bir iktidar sorununa dönüşür.’ Kendisinden farklı olanı kabullenme yerine kendi imgesini mutlaklaştırır iktidar. Kurbanlar bize ne denli az benzerse, zulme duyulan tepki de o denli azalır. Sistematikleşen gaddarlık karşısında birey, kendi vicdanını gözden çıkarır, iktidarın yol açtığı acıları doğal, sıradan, alışılmış, değişmez görür.
Anlarla, yaşantılarla, yüzyılların kanıyla ağırlaşan sözcükler. İnsandan insana, taştan taşa yankılanan, bir ırmak gibi yatağından taşan, yoluna çıkan her şeyi kendine katan... Görülen ve söylenen, susulmuş ve unutulmuş sırları, yazgıları taşıyan... Tek bir insan hayatına çarpınca dağılıp parçalanan, sonsuzluğa karışan sözcükler.
Bir cumartesi akşamı, gazeteleri çantama sıkıştırırken ilk sayfada görüyorum Güler Zere’nin ölüm haberini. Taksim Meydanı’ndayım, kaskatı kesilmişim. 14 yıl cezaevinde yatmış Güler Zere, kanserin son evresine geldiğinde, ‘basının da devreye girmesiyle’, elbette çok geç tahliye edilmiş. Yıllar önce, Hanım Baran’ın, cezaevindeki bir Kürt kadınının hayat hikâyesini son anda okumuş, köşemin elverdiğince ben de iletmeyi denemiştim. Rahim kanseriydi, hastalığın son evresindeydi, çok ağır işkencelerden geçmiş, cezaevi koşullarında doğru dürüst tedavi görmemişti. Tahliye edildiğini okuduğumda... Sanırım mutluluğa bu kadar yakın bir duygu daha yaşamadım. (‘Zafer duygusu’ demeyeceğim, bu sözcük bana bütünüyle yabancı.) Sanki yoluna çıkan her insan yüreğiyle daha da yükselen bir ezgiyi işitmiş, kendi yorgun sesimle ona katılmışım gibi.
Hanım Baran birkaç ay sonra öldü, bir iki gazetede yer aldı kısacık ölüm haberi. Elbette biliyorum insanın sevdiklerinin yanında ölmesinin bir cezaevine revirinde bir hastane yatağına kelepçelenmiş, yapa yalnız ölmesinden çok farklı olduğunu. Son bakışın, son vedanın, son bağışlamanın kutsallığını elbette biliyorum. Ama gene de... Birkaç ay önce yaşadığım o duygudan utandığım kadar bir daha hiç utanmadım. Kalemin ölüm karşısındaki mutlak aczinden, çaresizliğinden duyduğum utancı... Orpheus mitiyle boğuşan bir roman yazmış, ‘yazı ölüm karşısında maske takmak zorundadır’ gibi cümleler kurmuştum, ama sanki ilk kez anlıyordum:
Aslında ölüm üzerine hiçbir şey söylenemeyeceğini. Yazarlığımın belki en derin kırılma anıydı bu, ondan sonra uzun süre yazamadım, sözcükleri, cümleleri, noktaları bir araya getirmeyi sürdürsem de, aslında yazamadım.
Şimdi de çaresizce deniyorum, sessizliğin yüreğinden kopup gelmiş, bunca yıldır ruhumun kuytularında gizlenmiş acıyı, dümdüz anlatmayı deniyorum, ama elbet gene beceremiyorum. Orada yoğun, kopkoyu bir damla duruyor: Anlatılamayan.
Sanırım köşeme yeni bir isim buldum: ‘Başkalarının Hayatı’


 

Haberler Biyografi Kitaplar Fotoğraflar Röportajlar Köşe Yazıları   İletişim Ana Sayfa
Design by medyanomi